Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki iki entegrasyon girişiminden sonra, bu toprakların Dünya sistemi kapitalizme en kapsamlı entegrasyonu, Cumhuriyet ve Aydınlanma devrimiyle gerçekleşmiştir. Ancak devamında hız kesti, Türkiye sistemin periferisinde kaldı. Gerek burjuvazi gerek işçi sınıfı, kendisi için sınıf olamadı.

Bu ülkede bütün güç, devlet aygıtını kontrol eden siyasi iktidarda toplanır. Ve siyasi iktidar her zaman burjuvaziye boyun eğmez. Bu yüzden, burjuvazi, sesini iktidara rağmen pek yükseltemez. Siyasal iktidar, gerek görürse, burjuvazinin sesini kısabilir. Tıpkı AKP döneminde olduğu gibi…

İktidar zümresi, her defasında, Hazine'den zenginleşen yandaş yeni zengin sınıf yaratabiliyorsa, bunun nedenini, burjuvazinin sınıf olarak yetersizliğinde aramak gerekir.

Sermaye birikimini, sınıfsal konumunu güçlü kılacak düzeylere getiremediği için, burjuvazi, siyasal iktidarlara ya boyun eğiyor, ya da darbeyle iktidar zümresini bertaraf ediyor. Ve bu durum, Türkiye'nin Dünya sistemindeki yerini iç dinamiklerine dayanarak ve ülke yararını gözeterek belirlemesinde çok olumsuz rol oynuyor. Mesela, 12 Eylül askeri darbesi, Türkiye'yi üretimden uzaklaştırarak, Dünya sisteminden daha iyi koşullarda pay almasına engel olmuştur.

Türkiye, kapitalist sisteme dahil bir ülkedir; hakim üretim biçimi ve üretim ilişkileriyle kapitalisttir. Ancak, uluslararası sistemin kurallarına uyum sağlamakta zaman zaman çok zorlanıyor.

İşte Türkiye yine böyle bir dönemin tam orta yerinde, Doğu ile Batı arasında gidip geliyor. İktidar grubu şimdilik her ikisine de yaranamıyor olmakla birlikte, mutlaka kendine bir yer açacaktır. Ancak, o yerin neye benzeyeceği başlı başına bir sorun.

Yeni Türkiye, yeni yönetim sistemi, yeni Osmanlı, yeni rejim… Yeni Türkiye'nin kurucuları arayışta… Türkiye'ye yeni bir kimlik ve yeryüzünde yeni bir yer arıyorlar.

Her şeyin başına 'yeni' koyarak yenileşen Erdoğan Türkiye'sinin zihin haritasında yeni kavramının pek yeri yok iken, bu yeni sevdasını anlamak çok zor. Doğrusu, olan biteni 'yeniden doğuş' bağlamında kavramaya çalışmak daha yerinde olacak gibi geliyor bana.

Hukuk devletinden kanun devletine uzanan yerli ve milli iktidar yolu, Batı'ya ve moderniteye duyulan 200 yıllık öfkenin kilometre taşlarıyla donatılmışsa, bu olan biteni, 'yeni' değil ama 'yeniden' ortaya çıkan bir durum olarak anlamak gerekiyor.

Olağanüstü yetkilerle donatılmış tek kişinin yöneteceği; islam normlarının kamusal yaşam alanlarına hakim olduğu bir Türkiye inşa ediliyor. Ve ülkenin yarısı kategorik olarak buna karşı.

Demem o ki, toplumsal uzlaşmayı hayata aktaracak koşulların zora girdiği bir tablo var ortada. Bu 'tam ortadan bölünme' durumunu aşıp toplumsal mutabakat sağlamak hiç kolay olmayacak.

Hal böyle iken, iktidar zümresi, elindeki büyük güce dayanarak, toplumun diğer yarısını, o bilinen yollardan ikna etmeye yeltenirse, ne olacak?

'Hayır' diyen %49, kurulmakta olan rejime teslim olmak ile direnmek arasında bir seçim yapmaya zorlanırsa, ortada ne demokrasi ne insan hakları kalır.

Ancak her iki cenahın yeni bir toplumsal mutabakat fikrinde buluşması halinde Türkiye'nin rahat bir nefes alması mümkün olacaktır.

Bu topraklar üzerinde, barış içinde bir arada yaşamak istiyorsak; hepimiz ezberlerimizi bozmaya ve her şeyi yeniden söylemeye hazır olmalıyız.