'Bir zamanlar bir marangoz vardı. Adı Kuşakov'du.
Bir gün tutkal almak için evinden çıktı. Don vardı, sokaklar çok kaygandı. Marangoz birkaç adım attı atmadı, kayıp yere düştü ve alnını yardı.
-Ah! Diye bağırdı marangoz; kalktı, eczaneye gitti, bir yara bandı alıp alnına yapıştırdı.
Ama sokağa çıktığında yine kaydı düştü ve burnunu kırdı.
-Oh! Diye bağırdı marangoz; kalktı eczaneye gitti, bir yara bandı alıp burnuna yapıştırdı.
Sonra yeniden sokağa çıktı, yeniden kaydı, düşüp yanağını parçaladı. Bir kez daha eczaneye gitti ve yanağına bir yara bandı yapıştırdı.
-E anlaşılan dedi eczacı marangoza, öyle sık düşüp yaralanıyorsun ki, hazır gelmişken yara bantlarını topluca almanı tavsiye ederim.
-Olmaz dedi marangoz, bir daha düşmeyeceğim!
Ama sokağa çıkar çıkmaz yine kaydı, düşüp çenesini kırdı.
-Hay buz belası! Diye haykırdı marangoz ve yine eczaneye koştu.
-Bak görüyor musun dedi eczacı. İşte çıkıp yine düştün.
-Hiç de bile! Diye bağırdı marangoz. Bir söz daha duymak istemiyorum. Bana yara bandı ver, çabuk ol!
Eczacı yara bandını uzattı, marangoz çenesine yapıştırıp eve koştu. Ama kapıya geldiğinde onu tanımadılar ve eve almadılar.
-Ben marangoz Kuşakov! Diye haykırdı marangoz.
-Yok canım daha neler! Cevabı geldi içerden. Kapıyı sıkıca kapayıp içerden kilitleyip bir de zincirlediler.
Marangoz Kuşakov bir süre merdivenlerde bekledi, sonra yere tükürüp sokağa çıktı.'
Rus yazar Danyil Karmz'ın 'Marangoz Kuşakov'unu hatırlatıyor ülkem bana ne zamandır. Alnı, burnu, yanağı, çenesi bantlı, tanınmaz halde… 'Bu benim ülkem mi, nasıl geldik biz bu hallere' diye mırıldanırken buluyorum kendimi sık sık. Yara bere, kan revan içinde…
Diyarbakır, Ankara, Suruç, İstanbul, Mardin, Bursa, Gaziantep, Tunceli, Şırnak… Katliamın adı kimi zaman PKK, kimi zaman TAK, kimi zaman IŞİD. Bir buçuk yılda 33 bombalı saldırı, 363'ü sivil 446 can; kolunu, gözünü, ayağını, kimi zaman hepsini yitirmiş 2 binden fazla yaralı… Çocuk, kadın, erkek, yaşlı, genç… Terörü… Ve bunca acıyı, ölümü kıyıdan izleyen, elinden lanetlemekten başka bir şey gelmeyen biz psikolojik ölüler… Yasımızı yaşayamadan bir başka yasın eşiğinden geçip acının/ölümün dahi birleştiremediği, dahası ayrıştırdığı kayıp, boşluktaki ruhlar… Katliamları, günahsız canlara kıyan canileri lanetleyip sonra hiçbir şey olmamış gibi 'hayat devam ediyor' lafına sığınarak sancılı bir hayatı yaşamaya çalışanlar, çalışmalar…
Oysa, su bile acıtır, geçtiği yer yaraysa… Hiç yaramız yokmuş, bunca ölüm, bunca yok olup giden güzel insanların suretleri hiç canımızı yakmamış, hiç içimizi acıtmamış gibi yapmak, davranmak niye?
''Bazen insanlarla aynı dilde konuşamayacağını fark edince, farklı dilde susmayı seçmek'' de bir seçenek oysa. Suskunluktan daha kıymetli bir sözün yoksa, konuşmak, küfre sığınmak, dilin vandallığa aynı tonda sarılıp aynı çukurlara düşmek niye?
'Oysa acı diye bir şey var bu dünyada
Ölüm var -ki yüreğimde bu boşluğu yaratan biraz da odur.
Yanıbaşımda ölüp gitti dostlarım, ben bakakaldım
Gözyaşlarının da bir yerlere gömüldüğü görülmüş müdür?
Çözemediğim bir şeyler var hayatımda
Sanki ilk benim duyduğum garip, anlatılmaz duygular
Sürse daha ne kadar sürer bu, bilmiyorum
Ölümü ve hayatı yanyana düşünmesini ne zaman öğrenir çocuklar?' (*)
*
Hiçbir zaman demeyeyim de en azından benim tanıklık ettiğim zamanlarda tümüyle barışçıl bir sosyal hayatımız yoktu, biliyorum. Tahammülsüzlük ve nefret hep aramızdaydı da… Şimdiki gibi bir öfke ve nefret kültürünü de görmemişti bu gözler. Olağanüstü bir kabalığın bütün ilişkilerimizi ele geçirdiğini, merhametsizliğin, nefretin ve tahammülsüzlüğün baş tacı edildiğini de. Öfke ve nefretin sadece karşıt kutuplar arasında kalmadığını, kişisel ilişkilerin, arkadaşlıkların, akrabalıkların, evliliklerin dahi çürüdüğünü de… Görmemişti. Ne sevinçte, ne tasada/yasta buluşulamadığını, bazen nefes almanın bile neredeyse imkansızlaştığını… Oturduğu semti bile değiştirmeyi aklından geçirmezken 'gidelim buralardan' diyenlerin her gün birer ikişer arttığını…
*
'Toplumlar hastalanabilirler ve biz de hastalandık' diyordu bir dost, bir yazısında. Başta siyasal iktidar olmak üzere herkes başlattı bu inişi, alevlendirdi, destekledi. Kalp kırmakta, aşağılamakta, hakarette ağızbirliği edildi. Artık biliyoruz ki, sihirli bir değnek yok, bir gün aniden her şey bir mucizeyle değişmeyecek, düzelmeyecek. Bunu ancak biz yapabiliriz, önce kendimizden başlayarak…
'Kana kan intikam' diline karşı başka bir dil geliştirerek önce.
'Bombalar niye İzmir'de patlamıyor' diye kışkırtan cehalete/izansızlığa karşı bile!
*
'Çağdaş toplumlar kendine özgü bir olguyu da birlikte getirmiştir. İnsan eskisinden çok daha fazla sayıda insanla, çok daha kısa süreli, daha yüzeysel ilişkiler kurma eğilimindedir. Bu, soğuk bir günde karşılaşan bir grup kirpinin öyküsüne benzer. Kirpiler ısınabilmek için birbirlerine sokulurlar, ama dikenleri birbirine batar. Birbirlerinden ayrıldıklarındaysa soğuktan rahatsız olurlar. İleri geri hareket ederek sonunda dikenlerini batırmadan birbirlerini ısıtabilecekleri en uygun uzaklığı bulurlar' diye anlatır Engin Gençtan 'İnsan Olmak' kitabında. 'Dünyadaki sosyal ve maddi değişimler düşünülürse, kirpilerin birbirine daha da çok ihtiyaç duyduğunu, her kirpinin bu ikilem karşısında 'kendi cevabını bulması' gerektiğini söyler.
İnsan olmak, insan kalmak için hepimiz önce kendi cevaplarımızı bulmalıyız sevgili okur. Belki taa en başa 'sana yapılmasını istemediğini, sen de başkasına yapma' öğretisine dönerek.
Zor belki. Hatta çok zor ama hiç değilse, önce susmayı dene.
'Ya susmak ya da suskunluktan daha kıymetli bir söz söylemek gerekir' diyen Pisagor'u,
''Bazen insanlarla aynı dilde konuşamayacağını fark edince, farklı dilde susmayı seçersin...'' diyen Tagore'u hatırla.
'Öfkenden vazgeç' değil, hayır.
Öfkeni , kutuplaştırma için değil, 'yapıcı olmak için kullanmayı seç' önerisi bu.
Siniklik ya da 'diğer yanağı da uzat' değil, nezaket.
'Nezaket ki, bütün 'inadına'lardan daha çetin bir inadın konusudur, buralarda…' diyeni seç sen. Acını yaşa, yasını tut. Kızdığına, ayıpladığına, senin acını sana karşı kullanana benzeme ne olur ey okur…
*
(*) Ahmet Erhan