İzmir’i güzelleştiren kadınlardır…

Son günlerde 'Güzellik Genlerinde Var' başlığı ile İzmir'deki bilumum caddeleri süsleyen afişlere bayıldım. Büyükşehir'de kimin fikri ise bu iş, kutlamak isterim… Elbette aynı noktalardan çekilmiş eski İzmir fotoğrafları ile İzmir'in güzelliğine gönderme yapılıyor… Eski- yeni afişlerdeki kadınların fotoğraflarına bakılınca bilinen gerçeği yinelemek gerekiyor, 'İzmir'i güzelleştiren kadınlardır' diyorsunuz…

'Sokaktan tek kişilik fener alayı gibi geçen', 'İzmirli bir kadın kadar güzel' deyimini yaratan, 'zeka güzelliği', 'tinsel güzellik', 'ihtiraslı duygu güzelliği' ile dolu, gözleri ceylanınkine benzeyen, kirpiklerinin hoşluğu gözleri ile yarışan İzmirli kadınlar... Yüzlerce yıldır İzmir'e gelip de kadınlarının güzelliğinden söz etmeyen kalmamış...

Biz de 'Güzellik Genlerinde Var' buluşunu yapanlara bir 'güzellik' yapalım başta İzmirli kadınların farklılığını, güzelliğini anlatan bir 'yaz sıcakları' yazısı çıkaralım. Bu sıcaklarda en iyi konu bu olsa gerek…

Hani üzerinde herkesin hemfikir olduğu konular vardır da, bu konsensüsün nedeni bilinmez, rakının en güzel mezesinin Kırkağaç kavunu ile Bergama tulumu olduğunu artık kimse tartışmaz. İşte öyle bir konu muhabbetimiz. İzmirli kadınların efsanevi güzelliği… Konuyu Evliya Çelebi gibi 'bu şehrin ab u hevasının letafeti'nin bir sonucu olarak açıklamak da mümkün, felsefeci Ahmet Arslan'ın tanımıyla İzmir'in sosyal hayatının diyalektik ilişkilerinin bir ürünü olarak da…

1960'lı 70'li kadınların güzelliğini anlattığı bir yazısında Ece Temelkuran, 'Neden güzel olur İzmirli kadınlar?' diye sormuştu ve eklemişti: 'Hep yeni yıkanmış balkonlarda mı yaşarlar? Yoksa akşamsefası çiçeği gibi ikindileri açılıp saçıldıkları için mi kalır insanın aklında o balkonlu, kadınlı, İzmirli fotoğraflar? Hesapsız kahkaha atmasını... Ağzında şeker yuvarlar gibi dedikodu yapmasını... Sokaktan tek kişilik bir fener alayı gibi geçmesini... Yeni yıkanmış balkonların ılık betonunda pembe topuklarını gezdirmesini... Erken yaşta rakı içmesini ve şarkıların en efkarlısını gecenin sonuna saklamasını... 'Asfalyaları attığı' vakit 'efelik' yapmasını... Çatlata çatlata oynamasını... Takıp takıştırıp püfür püfür salınmasını ve daha neleri neleri... İşte her nasılsa, daha en başından öğrendikleri için bütün bunları, güngörmüş adamlar bilir 'İzmirli kadınlar' dendi mi, işte orada durmasını…'

***

Evliya Çelebi'nin de belirttiği gibi denizi, güneşi bol ılıman bir iklime, bin bir çeşit meyvenin ve sebzenin yetiştiği cömert topraklara sahip tipik bir Akdeniz kenti olan İzmir'in kızlar/kadınları da o denli çeşit çeşit güzelliğe sahiplerdir. Bir bakıma İzmirli kızların/kadınların güzelliği Akdeniz ikliminin ve bu iklimin doğurduğu yaşam biçiminin bir ürünüdür.

İzmirli kadınların ilk farkına varan ve onları 'devasa' kitabına koyan ilk insan Cornelius De Bryunn'dur… İzmir'de konuk olduğu Hollanda konsolosunun Bornova'daki Malikhanesi'nde İzmir'deki bütün kadınları tanıma fırsatı bulan De Bryunn bunların gravürlerini de çizmiştir. Hepsi de güzel kadınlar doğrusu. Meraklısı İlhan'ın kitabını bulup karıştıracak…

Konunun önemli bir 'bilirkişi' de Hans Bart adlı Alman seyyah ve yazardır. İzmirli kadın kavramının içine kimler girer: Rum, Ermeni, Katolik (asıl Levantenler) Yahudi, Türk ve sıkça karşılaşılan Çingene kızları… Irkların Babil kaosundan meydana gelen, badem gözlüsünden, kara çarşaflı odalığına ve 'a la brebis' kuaförü işveli Levantenine kadar Havva'nın bütün bu kızları İzmirli kadın olarak adlandırılır Bart'ın kitabında…

Bart döktürür: 'İzmirli kadında 'Germen kadının zeka güzelliği', 'Fransız kadının tinsel güzelliği', İtalyan kadının 'ihtiraslı duygu güzelliği' yoktur belki ama hepsinden birden onda bir şeyler bulmak da mümkündür. Ama artısı vardır: Edindiği tüm kültürel birikim bu bilinç karşısında geri adım atmakta, geriye sadece damarlarında dolaşan şehvet kalmaktadır… '

Bu kadınların güzelliğinin nedenini Bart öncelikle İzmir'in güzel havası ile açıklar. Ne yazık ki iri güzel gözlerini gölgeleyen uzun ipek kirpikleri, gözlerdeki derin mananın öne çıkmasını engelliyor.

Harika heykeller gibi Rum kadınları...

Alman gezgin Bart'ı en çok etkileyenler ise Rum kadınları olmuş: Rum kızları incecik vücutları, ölçülü hatları ve kuzeyli güzelliğini çağrıştıran sarışınlıkları ile Levanten Venüsü'nün tam zıddını oluşturuyor. Eski Helen özelliklerini neredeyse tamamen korumuş, yüz hatları, o harika yontulardaki gibi muhteşem. Homeros tarafından 'inek' benzetmesi yapılan, fakat bizim burada 'ceylan' benzetmesini yeğleyeceğimiz gözlerinin ışıltısı ( 2700 sene önce yaşamış olan Homeros, kadınlarının gözlerini ineğe benzetip överdi. Zaman zaman da övgünün şekli eşek-gözlüye dönüşürdü!…) Levanten kadının gözlerinden çok daha duygulu ve çok daha manalı.

Doğulu kadının temel özelliği olan duygulu ve manalı gözler, Rum kadınında da var. Fakat rakibesine meydan okurken bile daha çocuksu, daha şirin, daha doğal ve daha sevimli bir naiflikte. Çünkü Rum kadının Parisli olmak veya Parisliyi oynamak gibi bir derdi yok; onun duygusallığı daha mütevazı ve daha neşeli, tıpkı bütün diğer özellikleri gibi. Bunun için de Rum kadını 'İzmir'in günlük skandallarında daha önemsiz bir rol alıyor ve daha az göze batan skandallara karışıyor. '

İngiliz gezgin George Rolleston'un , 'Smyrna in Report' adlı çalışmasında da Rum kızlarının 'aşka aşık oluşları' ifade edilir. Uğur ve uğursuzluk konusunda da Rum kadınlar çok dikkatlidir. Bu konuda batıl inançları çok güçlü olan Rum kızlar gülün yapraklarını sırasıyla, 'beni az seviyor, çok seviyor, çılgınca seviyor' denilerek tek tek koparılmasına dayanan 'gül falı'na sık sık başvururlarmış. Halen sürer papatya geleneğinin ardında da bu var zaten. Yine henüz kimliği bilinmeyen müstakbel eşin yaşını bulabilmek için yastığın altına konan ayrı renkli pamuklarla bir takım oyunlar yapılıyordu.

Ülkenin hanımefendisi Türk kadınları

'Türk kadın ve kızlarının zarif vücutlarını ve cilveli hareketlerini yakından görmek sayesinde sağlam verilere mahzar olmasından keyifle söz eden Bart, 1895'te yazdığı makalede İzmirli Türk kadından, 'ülkenin hanımefendisi' diye bahsediyor ve ekliyor: 'Haremin incisi, örtülü şirin bulmaca... Doğuştan güzel ve zarif bir vücudu olan Türk kadını tepeden tırnağa altın işlemeli siyah feracenin içine sokulmuş, yüz, ince bir tülle örtülü; burun kemiğiyle alın arası açık bırakılmış ve bu aradan iki koyu renkli göz ışıldıyor. Minnacık ayaklarında ya bir Viyana çizmesi ya da peşindeki en ateşli delikanlıyı bile ürkütecek sesler çıkaran yöresel nalın vardır. ... Türk kadının bir başka çekici yanı da sesidir. O'nun sesi Rum kadının kulak tırmalayan cırtlak sesinin yanında çok hoş kalıyor. Gülerken bir harika olan bu ses, şarkı söylerken çok ilginç ve duygusaldır... Türk kadınının kendisine örnek seçtiği Avrupalı kadına olan hayranlığını en çok Frenk Sokağı'ndaki dükkan ve mağazaları dolaşırken gözlemliyoruz. Hatta bu konuda daha yakın zamana kadar dükkan sahiplerinin yaşlı tezgahtar çalıştırmaları emredilmiş. Söylentiye göre bu Avrupalı dükkan ve mağazalar, Türk kadınları tarafından yaygın olarak bir buluşma ve küçük kaçamaklar yapma mekanları olarak kullanılıyormuş. Eh her tarafı muhbirle çevrili zavallıların başka da bir seçeneği yok zaten.'

Çipura etli Yahudi kızları...

İzmirli Yahudi kadınlar üzerine de yazılmış çok yazı var 19. yüzyıl sonu ve 20. yüz yılbaşında... İzmir'e sadece konuk olmuş, İstanbul'a aşık Sait Faik gibi büyük yazarlar bile bu kadınların farkına hemen varıvermişlerdir:

'...Biz öteki üçümüz ise ara sıra kaçamak yapar, İzmir'in o Kordonboyu'nun geniş, serin, güzel gazinolarından bir köşeye çekilir, çipura denilen lüferle ispari arası balıklar kızartarak şöyle bir kaç şişe yirmi dokuzluk devirir-bekarlık var o zaman-, Yahudi mahallesine doğru çapkınlığa çıkardık. İzmir'in yahudi kızları kadar güzel mahluk dünyanın hiçbir yerinde yoktur. Ne beyaz, ne çilli, ne tıkız mahluktur onlar, ya rabbim! Etleri çipura balığının beyaz etine benzer: Sert, kılçıklı... Gözleri denizin dibindeki ıstakozun gözleri gibi fosforludur.

Kapılarının önünde durmadan söylenirler, İzmir'in rüzgarı göğüslerini açar. Dizkapaklarına gelen fistanları rüzgarlanır. Çıplak, güneşten yanmış ayakları durmadan anlattıkları laflara göre kah tepinir, kah uzanır, kah leylek gibi tek ayaklarının üzerine muhaverelerine devam ederler. Yahudice bilirim. Sinemaya davet ederdim. Çoğu derhal gelirdi. Sinemada omzuma başını kordu. Kabak çekirdekleri yerdik. Kızın biraz kirli saçlarından burnuma bir fakir mahalle kokusu gelirdi. İspanyolca konuşur, İzmirlice gülerdik...' (Sait Faik, Birtakım İnsanlar)

Bu yazıda makalesinden söz ettiğimiz Hans Barth, İzmirli Yahudi kızların tartışmasız en güzel yerlerinin, bazı padişahları da baştan çıkarmaya yeten gözleri olduğu kanaatinde. Şöyle devam ediyor: 'İzmirli Yahudi kadının temel özelliği ister yaşlı ister genç olsun hiç de bilinçli yapılmayan bir jestle göğsünü açık bırakmasıdır. Kulağının arkasındaki karanfili ise hiç eksik olmayan bir süsüdür.'

***

Fi tarihinde, peş peşe kitaplar yayımladığım günlerde Nokta Dergisi benimle bir mülakat yapmıştı. O konuşma sırasında 'Diğer arkadaşlarınız gibi İstanbul'a gitmeyip de, İzmir'de kalışınız İzmir'in kızlarından mı kaynaklanıyordu?' sorusunu cevapsız bırakmıştım. Başımı derde mi sokayım.

'Herkesin sorduğu sorunun cevabını arayalım. İzmir'in kızları neden güzeldir? Bu efsane mi, gerçek mi?' sorusuna ise şu cevabı vermiştim:

'İzmirli kızlar gerçekten güzeldir, ebedi bir güzelliktir onların ki... Son yıllarda uluslararası güzellik-mankenlik yarışmalarda alınan sonuçlar da bunu kanıtlıyor zaten… Bence bunun nedeni olağanüstü, olağan-dışı melezleşme ile açıklanabilir. İzmir'de mimari iz bırakan uygarlık sayısı 30'un üzerinde… 30 küsur milletin birbirine dostça karışması... Bir sonraki gelenler, kendilerinden önceki insanların hepsini kesip denize atmadılar ya… Devşirile devşirile bugüne gelindi. İzmir'de 1950'lerde Türkçe'nin yanı sıra 16 dil daha konuşuluyormuş. Rumlar 1922'de gitmiş ama, Hollandalı, İngiliz, İtalyan (bütün çeşitliliği ile: Milanezler, Cenovalılar, Napolililer) Fransız, Rus, Bulgar (Dünyadaki ilk Bulgarca gazete İzmir'de basılmıştır), Hırvat, Sırp kalmış… Daha sonra Balkanların, Ege Adalarının, Midilli, Sakız ve Girit'in bütün seçkin aileleri gelmiş İzmir'e… Uzun süre birbirlerinden kız alıp vermemişler ama bu durum 1960'lardan sonra değişmiş. Zeytinyağı ile doğal yöntemlerle beslenen, yılda üç mevsim yaşayan (İzmir'de kış olmaz. İlkbahar, yaz ve 5 aylık bir sonbahar olur…) birbirine keyifle karışan soyların çocukları. Elbette güzel olacaklar. Peki bu güzel kızlar talihli mi? Kolayca evet demek mümkün değil. Anneannem, 'Allah insana çirkin şansı versin' derdi…'

Başta da alıntıladığımız Ece Temelkuran ise İzmirli kadının farkını, 'İzmirli kızların hayatın kıvamında olmasına' bağlıyor ve ekliyordu 13 yıl önceki yazısında: Nasıl hayata ayrıştırılıp çözülecek bir şey yoksa, onlar da işte tam öyle. Yani ya akarsın onunla, ya akmaz, durursun kenarda…

Ben Ankara'da gördüm az konuşan, az gülen, ciddi duran, füme rengi kadınları. Görünüp görünüp kaybolan, 'muamma' taklidi yapanlar da İstanbul'un meselesi. Ben sanırdım ki, hayatın yakasında bir hercai menekşe gibi durur her yerde kadınlar. Öyle değilmiş meğer... Bir de ne yapsan çıkmaz ya denizin lekesi, o da var.'

İzmirli kadınlar her zamanki hoş ve vazgeçilmez hallerini koruyorlar, galiba da sonuna kadar koruyacaklar.

1884 İzmir doğumlu II. Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü, 13 ile 22 yaşları arasında tek sevgilisinin İzmir olduğunu söyler ve bu yüzden bir süre sonra İzmir'e tekrar dönmek, ona sevgiliye kavuşmak gibi gelmişti…

Felsefeci Ahmet Arslan'a bir kez daha kuşlak verelim… Ahmet Arslan: 'İzmir'in kızlarının güzel olması demek, kızlarının gösterilebilir bir kent olması demektir. Bu güzelliklerinin gösterilmesine engel olan bir hayat tarzı, bir giyim-kuşam biçimi tehlikesi otaya çıktığı andan itibaren buna hem güzelliklerini göstermek isteyen kızlar hem de bu kızları görmek isteyen erkekler tepkiyle karşı çıkacaklardır. İzmir'i bir de bu kızlar üzerinden düşüneceksin.' Diyor…

Ne de olsa 'Güzellik Genlerinde Var…'