İzmir’’e teşekkür romanı

Orhan Kemal Öykü Yarışması birinciliği gibi öykü dalında önemli ödüllere sahip İzmirli yazar Ferda İzbudak Akıncı ile, ’“yaşadığım kent İzmir’’e teşekkürüm’” dediği ilk romanı Sudaki Ateş hakkında söyleştik.’¶
’“Sudaki Ateş’” ilk romanınız. Romanda eğitim sisteminden, siyasi olaylara, çarpık kentleşmeden dış ihracata kadar günümüz Türkiye’’sinin birçok sorununa değiniyorsunuz. Sudaki Ateş için siyasi bir roman da diyebilir miyiz?
Elbette diyebiliriz. Söylediklerinin tümü siyasetin içine giriyor aslında. Ben yazarın bir dünya görüşü olması gerektiğine inanıyorum. Duruşu olmayan, sanatçı olamaz. Edebiyat ya da resim, müzik... Öykülerimde de bu duruşu sergilediğimi düşünüyorum. Roman bu bakımdan bana daha geniş olanaklar sağladı. Bu kadar açık ve saydam olmama fırsat veren yazdığımın roman oluşu muydu yoksa yürümek istediğim yolu giderek netleştirmeye mi başladım, bilmiyorum.
Romanı yazmaya başlamadan önce nasıl bir ön çalışma yaptınız biraz bahseder misiniz?
’“Sudaki Ateş’”i altı-yedi yıl önce yazmaya başladım. Kesintisiz bir yazma süreci değildi bu. Uzaklaştığım zamanlar oldu. Öyküler ve çocuk kitapları yazdım arada, ama en önemlisi bu yazma süreci içerisinde ben Açık Öğretim Fakültesi’’ne girdim ve bitirdim. Orada okurken romanın akışı değişti. Başka bir kanaldan akmaya başladı. Ve bu kanal güçlendi. Yeni yeni sorunlara da tanık oluyordum çünkü. Öğrenciliği çok uzaklarda kalmış biri olarak benim için ilginç bir deneyimdi. Genç öğrencilerle birlikte kuyruklarda bekliyor, onlarla birlikte sınavlara giriyor, gece gündüz ders çalışıyordum.
Bu arada romandaki kahramanlarımın bazıları Açık Öğretim Fakülteli oldu, çünkü gerçekçi bir roman yazmak istiyordum. Türkiye’’yi yazmak istiyordum. Yazma çabasındaki bir insan olarak; gördüğüm, yaşadığım ve kayıtsız kalamadığım çarpıklıkları bu romanda anlatmak gibi bir isteğim vardı. Yıllar sonra tekrar üniversite öğrencisi olduğum zaman gördüm ki hepimizin günlük yaşam içerisinde farkına varamadığı çok başka sorunlar da var. İlk üniversite öğrenimimi 70’’li yıllarda yaptığımı düşünecek olursak, 2000’’li yıllarda üniversite öğrencisi olmanın beni nasıl düş kırıklığına uğrattığını anlamak daha kolay olacaktır. Üstelik bu öğrencilerin, Açıköğretim Fakültesi öğrencilerinin bir kampüsü, kantini, konferans salonu, laboratuvarı bile yok. Örgün öğretimdeki gençlerin yaşadığı güzelliklerikonuşma, eğlenme, tartışma, böylece gelişme ve örgütlenebilme olanağını hiçbir şekilde yaşayamayan, yalnızca diploma gibi bir umutları olan binlerce genç... Onları bu romana katmadan yoluma devam edemezdim. Ön çalışma dediğin şey sevgili Handan, benim hayata bakışım. Okuduğum kitaplar, gazeteler, dünyada ve ülkemde yaşanan toplumsal olaylara bakış, sorgulama, eleştirme, bunlar bende olan şeyler zaten. Bir yandan da sürekli not aldım elbette. Geçtiğim yolları, özellikle ders kitaplarında gördüklerimi, takıldıklarımı, sorularımı, sorunlarımı not ala ala ilerledim.
Dünyadaki idam cezaları üzerine bir bölüm var kitapta ve bu bölümü fırıncı Tosun’’un ağzından ekmek yapımıyla birlikte okuyoruz. Ölüm ve Ekmek’… Elbette her okur kendi algılamasıyla değerlendirecek bu bölümü, sizin vermek istediğiniz mesaj nedir?
Ekmek yapmak bana göre çok güzel ve yaşamakla doğrudan ilişkili, anlamlı bir iş. Hayatı ve kafası bir yerlerde kırılmış Kırıkkafa’’ya böyle bir iş vererek aslında onu iyileştirmek ve biraz umut vermek istedim. Dediğim gibi ekmek yapmak yaşamla ilişkili bir şey. Çok acı deneyimlerden geçip gelmiş Kırıkkafa ya da Tosun. Ne kadar acı dönemlerden geçersek geçelim yaşama tutunacak bir iş yapabiliriz. Yaşamın sıcaklığı, ölümün soğukluğuna her zaman üstün gelecektir. Tosun için hiç sönmeyen fırın ateşleri yaktım romanda. Çıtırdayan odunların, geceyi aydınlatan alevlerin karşısında, yaşadığı ve bir türlü geçmişte bırakamadığı anılar, anlatılacak birer masalsı hikayeye dönüşsün diye. Yaşanmamış da, yaşanırsa çok kötü olacak şeylermiş gibi, diyelim. Yaşananların bir daha yaşanmaması için daha çok.
Ülkemde bir dönem pek çok genç idam edildi. Yıllar, yıllar önce, Buca Hastanesi’’nde nöbet tuttuğum gecelerden birinde, hastaneden epey uzaktaki cezaevinden haykırışların ve marşların geldiğini duymuştuk. Tüylerimizi diken diken eden bu sesler sabaha kadar sürmüştü. Ertesi gün yerel gazetelerden birinde, köşeye sıkışmış minicik bir haber ve küçük bir fotoğraf vardı. Cezaevinde birini asmışlardı. Bir de yerde yatan fotoğrafını çekmiş, haberin yanına koymuşlardı. Genç bir adamdı. Romanda anlattığım tanıklık o değil. Orada Erdal Eren’’i anlattım ben. Ama o bölümde yaratmaya çalıştığım atmosfer, yaşadığım, o gece beni saran, sarsan atmosferdir. Suça suçla karşılık verilemeyeceğini düşünen biriyim. İdam cezasına sonuna kadar karşıyım. Bu acılar bizim ülkemizde yaşandı. Gençler düşündükleri ve savundukları değerler yüzünden asıldı. Bizim kuşağımız bunları yaşadı. Bunca yaşanan şeyi hep konuşuyoruz. Bu romana başladığımda, başlığını (adını değil) ’“Konuştuğumuz Şeyler’” koymuştum, çünkü romanın yönünü konuştuğumuz şeyler belirleyecekti; sonradan adı ne olursa olsun. Otobüslerde, parklarda, kahvehanelerde, panellerde hep konuşuyoruz, ama söz uçuyor! Ben konuştuklarımızı eyleme geçirmek istedim. Sözün eylemi de yazı olduğuna göre’… Konuşmamın başında da söyledim, ben her şeyi bu kitapta yazmak istedim. Peki, her şey bir kitapta yazılabilir mi?Elbette hayır. O zaman yazacak hiçbir şey kalmamış olurdu. ’“Sudaki Ateş’” te yaşadığımız dönemle ilgili genel bir atmosfer yaratmak istedim. Bundan sonra gelecek kitaplarım bütün bu olumsuzlukların içinden doğan başka olumsuzluklarla, onların üstesinden gelmeye çalışan insanların hikayeleri olacak.
Kahramanlarınız o kadar tanıdık geliyor ki. Sanki bir kahveye girseniz Haldun, Sabahattin, Kırıkkafa Tosun, Hasan, Hacı Salih ile karşılaşacaksınız. Kentin ara sokaklarında dolaşırken önünüze çıkıverecek gibi Bora, Yağmur, Hülya, Şükriye, Nurdan Hanım. Bu kadar çok karakteri bu kadar kanlı canlı anlatmanız okuru romanın içinde bir karakter daha yapıyor. Karakterlerinizi oluştururken nelere dikkat edersiniz?
Çünkü gerçekten bu karakterler aramızda yaşıyor. Öykücülüğümden romana getirdiğim bir özellik var, insanlara onların öyküleri içinden bakıyorum. Biliyorum ki bir insanla ilgili bir öykü yazmak, onunla ilgili bir durumdan söz etmek istediğiniz zaman, onun bütün öykülerini, yaşam içindeki bütün durumlarını, duruşlarını bilmek zorundasınız. Bütün ilişikilerini... Çünkü insan toplumsal bir varlık, onu çıplak bir biçimde toplumsal ilişkilerden soyutlayarak bir yönüyle ele alamazsınız. İnsan aynı zamanda ilişkilerinin tümüdür, yaşadıkları, yazdıklarıdır, gezdikleri, gördükleridir. Sevinçleri, özlemleri, acılarıdır. Ben insana böyle bakıyorum. Karakterlerimi toplumsal ilişkileri içinde değerlendiriyorum. Olayları neden sonuç ilişkisi üzerine kuruyorum, iyi kötü üzerine değil. İnsana böyle baktığım için karakterlerimi yaratırken zorlanmıyorum. Gözlemlerim ve dünyaya bakışım birleşince ortaya Sabahattin’’ler, Hasan’’lar, Bora’’lar, Yağmur’’lar, Kırıkkafa’’lar çıkıyor.
Yaşadığınız şehri öyle güzel anlatmışsınız ki bu şehri bilmeyen, hiç görmemiş biri gelip görmek isteyecek sanki. Aynı zamanda da bir kent romanı diyebilir miyiz ’“Sudaki Ateş’” için?
Geçmişte, zamansız ve mekansız yazdığım öyküler oldu. Bunu yaparken öykü zamanına ve mekanına sığındığımı düşünüyorum. O sıralar yazdığım öykülerden birinde, bir paragrafla yaşadığım şehri anlatmışım. Yine adını koymadan’… Almanya’’nın Sesi Radyosu’’ndan arayıp bu öykü ile ilgili bir söyleşi yaptılar benimle. Söyleşiyi yapan kişi bana ’“Anlattığınız şehir İzmir mi?’” diye sordu. Şaşırdım. Evet, İzmir’’di ama ben adını koymamıştım. Yalnızca İzmir’’de yaşadığım için bu sonuca varmıştı telefonun diğer ucundaki hanım. ’“Ne güzel anlatmışsınız. Hep böyle yazar mısınız İzmir’’i öykülerinizde?’” dedi sonra. Oysa ben öykülerimin çoğunu, herkesin kendisini içinde duyumsayabileceği isimsiz mekanlarda geçiriyordum. İzmir’’de geçen öykülerimde bile, adını koymadan yazıyordum İzmir’’in sokaklarını, caddelerini. O gün kararım değişti. O sıralarda yazdığım öykü Tilkilik’’de geçiyordu. İzmir’’in o eski, güzel semtini, Tilkilik’’i anlattım ’‘Surlarda’’ adlı öykümde. Sevinçle. Artık İzmir, öykülerime mekan olmaya başlamıştı. Bu romanda da İzmir’’i anlatarak, yaşadığım kente, bana verdikleri için bir kitapla karşılık vermek istedim belki. İzmir’’de yaklaşık dört buçuk milyon insanın yaşadığı söyleniyor. Bu kadar çok insana kucak açan bir kentin, kalabalık bir romana da mekan olması çok doğal’… Ama ben bu romanda İzmir’’i, öteki yüzleriyle de yüzleşerek yazdım. Okudukça yüzleşmeyi sürdürelim diye’…