İster rastlantısal ister tanrısal tasarım olarak yeryüzünde zuhur etmiş olsun, insan kusurlu bir yaratık… Yetersiz, istikrarsız ve uyumsuz olduğu için akıllı olmak zorunda kalmış bir yaratık...
Kutsal metinlerin yazdıklarına bakılırsa, insanın yeryüzündeki varlığı, bir günahla, bir lanetle müsemma…
Cennetten kovulmak, yeryüzüne sürülmek nasıl bir cezadır? Dünya'daki varlığını, 'ilk günah' ve o günahın kefaretiyle açıklayan insan, böylece akıllanmış olabilir mi? İnsanın bu denli trajik bir varoluş mitini kabullenmesine yol açan korkuları nasıl ortaya çıktı?
'Burada bir yanlışlık var… Belli ki insan o kadar da akıllı değil. Böyle günah mı olur! Galiba birileri bizimle dalga geçiyor…' diyesim var da, diyemiyorum. Desem, Tanrı'yı ve dini geçim kapısı yapanlar ile başım derde girecek!
Aslında insanların Tanrılar ile ilişkileri, araya yazılı metinler girmeden önce, oldukça doğrudan ve naif yaşanmış; ta ki muktedirler toplumları yönetmeye başlayıncaya kadar…
Kusurlu bir yaratık olarak insan üzerine yazarken 'Sisyphus'un 'Sisifos' Hikayesi' aklıma düştü; Tanrılar tarafından cezalandırılan Sisifos'un, dağın tepesine doğru yuvarlayarak taşıdığı kayanın, her seferinde, zirveden aşağıya kendi ağırlığıyla gerisin geri yuvarlanması sonucu ortaya çıkan durum üstüne Camus'nün söyledikleriyle ün yapmıştır.
Laf lafı açarken kendimi bu hikayenin içinde buldum. Neden mi buldum? Anadolu'nun yazgısı üstüne düşünürken bir anda yukarı doğru kaya yuvarlayan Sisyphus zihnimde canlandı.
Bilindiği üzere, iki kıta arasında köprü gibi uzanan Anadolu, tarih öncesinde ve tarih boyunca, hiç bitmeyen işgaller yaşamış toprakların adıdır. Barbar işgalleri hiç kesilmedi, kesileceği de yok… Her zaman, bu topraklara göçen topluluklar Anadolu kültürlerinin hariminde değişir ve dönüşürken, bir sonraki göç dalgasıyla gelenlerin işgali başlamıştır. Uzun soluklu huzura hasrettir bu topraklar.
Geleni gideni hiç bitmeyen Anadolu köprüsü, aynı zamanda, Batı kültürüne açılan kapıdır. Asya'dan gelip bu kapıdan geçmek isteyenler önce Anadolu kültürlerini kateder…
İşte Anadolu topraklarında göçlerle birlikte sürekli tekrarlayan ve hiç bitmeyen değişim ve dönüşüm hareketleri, bana Sisyphus'un hikayesini anımsattı.
Anadolu kültürleriyle hemhal olan topluluklar o efsanevi kayayı zirveye ulaştırırken, her defasında, yeni göç dalgaları o kayayı zirveden aşağıya yuvarlamıştır
Göç yolları üstündeki Anadolu, gelen, geçen, konan, göçen toplulukları bağrına basarken, bu hiç bitmeyen devingenliğin etkisiyle her daim kıpır kıpırdır. Şehirlerindeki sürgit şantiye görünümü, bu yüzdendir. Köksüzlükten muzdarip göçmen halklar her şeyin yenisi sever.
Anadolu halkları, zirveye bir türlü ulaştıramadığı bu kayanın başına açtığı işlerin bedelini ödemekten yorgun; ama umutsuz değil. Bu yüzden o kaya durmadan zirveye doğru yuvarlanıyor.
Milyonlarca insan bu topraklarda kendi kültürünü yaşamak, kendi dilini konuşmak uğrunda can veriyor. Milyonlarca yoksul, insanca yaşama koşullarına kavuşmak için kendini Anadolu göç yollarına vuruyor; cansız bedenlerini denizlerden topladığımız insanlar…
İnsan, kusurlu bir yaratık... Dünya'yı kendi türüne dar ediyor. Yeryüzü nimetlerini paylaşmayı bilmiyor. Öldürüyor. Çalıyor. Yalan söylüyor.
İnsan, yeryüzünde İlk Günah'ın kefaretini ödemekle yükümlü olduğunu söylüyor olmakla birlikte; İlk Günah, bütün günahları işlenebilir kılıyor olmalı ki günaha bulaşmadığı bir an bile yok.
Akıllı varlıklar olduğumuzu kendi kendimize söyleyip duruyoruz. Kime göre akıllıyız? Kendi türümüzün aptallarına göre…
İnsan türünün yaptıklarına ettiklerine baktıkça, akıllı olmanın o bilinen tanımı üzerine tekrar tekrar düşünüyorum ve her defasında umutsuzluğa kapılıyorum.