Marx’ın daha 1800’lerde “meta fetişizmi” olarak tarif ettiği nesneye, paraya, mala, mülke tapınma hali tam da şu günleri anlatıyor.
“Bana bir Audi’yi çok gördüler” diyen bir din adamımız bile var keza…
Bir yanda Audi’sinin derdine düşenler, bir yanda da uzayan askıda ekmek, kent lokantası kuyrukları, çay içecek parası olmadığı için parkların banklarını dolduran emekliler…
Zarif bir çağ değil bu.
Siyaset ile gündelik hayattaki makasın kapanamayacak düzeyde açıldığı bu dönemin ruhunda empati, zarafet, duygular yok.
İncelik ona keza…
*
Kınık Belediye Başkanı Sema Bodur… İz Gazete’de verdiği röportajda 4 milyon TL’ye alınan, “İsveç Tankı” olarak bilinen Volvo marka makam arabasının alınması nedenini anlatıyor:
“Bir gün otelde bir organizasyon vardı, başkanlar geldi, araçlar kapıya yanaştı, valeler geldi kapılarını açtı. Biz geldik, durduk, vale bizden tarafa bakmıyor bile. Şoför indi açmak için, ben zaten kendim açtım kapımı”
Ve bu nedenle belediye başkanı arabasını değiştirme karar alıyor. Ve ileri de gidiyor:
“Ben garibanı oynamak istemiyorum, güçlü bir Kınık’ı oynamak istiyorum”
İnsan şunları sormadan edemiyor:
-Çok eleştirdiğiniz Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’dan, Diyanet İşleri Başkanı’ndan bir farkınız kalıyor mu?
-Kendi parası ile taksi yolculuğu yapan, koruması olmadan sokaklarda gezen Erdal İnönü garibana mı oynadı?
-Mercedes’e binmek yerine daha alt segment bir araca binen ülkenin başbakanı Bülent Ecevit’in Renault-Safrane marka aracından inerken itibarı mı zedelendi?
Avuç içi kadar bir ilçede, traktörüne mazot koymakta zorlanan yığınla insanın yaşadığı yerde vale kapıyı açmadığı diye gidip “İsveç Tankı” almak ve İsveç Tankı ile tur atmayı “güç” olarak tariflendirmek aslında bilinçaltında nasıl bir ego ve karakter olduğunun da bize ipuçlarını veriyor.
Bugün Erdal İnönü, Bülent Ecevit bıraktıkları itibar ile anılırken siz bu ülkeye değer katacak işler yapmak yerine gösteriş derdine düşerseniz “kooperatif vakası” ve “İsveç Tankı” ile anılırsınız.
*
Bu ülke toprakları zarafetini, mütevaziliğini hatta duygularını her geçen gün daha fazla yitiriyor. Tüketim tercihi ile var olduğunu düşünen birey aslında kendini de tüketiyor.
İnönü’nün taksiyle meclisten çıkıp evine gitmesi, Ecevit’in Kartal marka otomobile binmeyi tercih etmesi demode ve nostalji…
Dayanışma, birlik, imece, kolektivizm gibi kavramlar demode…
Bu kavramlar “ihtiyaca göre” yeniden ele alınıyor, kullanılıyor.
Volvo’ya binip üstüne “garibanı oynamam” diyen bir anlayış ancak yardım kolisi ile memleketteki yoksulluğu çözebileceğini düşünür ve bu sığlıktan kurtulamaz. Üstüne yardım kolisi meselesini PR’a dönüştürüp sosyal ağlar üzerinden yaymaya kalkarken kendine bir de “gösteriş dünyası” yaratır. Bu da olsa olsa umutsuzluğu derinleştirir.
Toplumun gözü muhalefette ve “yeni”de… “Eski”den yılan seçmenler onun anti tezini yenide yani muhalefette arıyor. Yeni olan eskinin bir anti tezi olarak şekillenmedikçe Sezen Aksu’nun şarkısındaki gibi “bir çağ yangını” içerisinde ancak küllerimizi arar dururuz.