İnkalar ve hız ve biz’…

Meksika’’da Inka tapınaklarına çıkmak isteyen Avrupalı bir grup arkeolog, birkaç yerli rehberle yola koyuluyor. Dağın tepesindeki tapınaklara giden uzun yolu, kısa bir surede yarılıyorlar.’¶ Aynı hızdaki tempoyla biraz daha yol aldıktan sonra, yerliler kendi aralarında konuşup birden yere oturuyor ve böylece beklemeye başlıyorlar. Tabii Avrupalı arkeologlar buna bir anlam veremiyor. Saatler sonra, yerliler kendi aralarında konuşup tekrar yola koyuluyor. Sonunda tepenin üstündeki görkemli İnka tapınaklarına geliyorlar. Arkeologlardan biri, yaşlı rehbere soruyor; "Hiç anlayamadım, niye yolun ortasına oturup saatlerce yok yere bekledik?"Yaşlı rehberin cevabı o kadar güzel ki; "Çok kısa sürede çok hızlı yol aldık, ruhlarımız bizden çok uzakta kaldı. Oturup ruhlarımızın bize yetişmesini bekledik..."
Niye içimiz de hep bir eksiklik duygusuyla yasadığımızı, niye mutlu olmayı beceremediğimizi, niye kendimiz olmayı başaramadığımızı ve "niye" ile başlayan daha bir dolu sorunun cevabını açıkça veriyor İnkalar. Çünkü bu aptal hayat içinde o kadar hızla yol alıyoruz ki, ruhumuz çok arkada kaldı, hatta onu nerelerde bıraktığımızı bile hatırlayamıyoruz.
Bu hikayenin özü, denge aslında’… Dengemizi yitirdik, şirazemiz kaydı’… Eduardo Galeano, ’“Tepetaklak’” adlı kitabında diyor ki, ’“ Bundan 130 yıl önce harikalar diyarını ziyaretinden sonra, Alice bir aynanın içinden geçti; tersine dünyayı keşfetmek için. Alice bizim zamanımızda tekrar dünyaya gelseydi, bir aynanın içinden geçmesine gerek kalmazdı: Pencereden bakması yeterdi.’”
Bunun üzerine daha ne söylenebilir diye düşünüyorum. Diğer masallar geliyor aklıma. Bizim kuşağın camdan ayakkabısı ne olabilir mesela?Yedi küçük adam bir prensesi eve alsa neler olurdu?Pinokyo’’nun burnu doğruyu söyledikçe uzardı. Uyuyan güzel asla tek bir öpücükle uyanmazdı, yanına bir de tek taş almak zorunda kalırdı prensçik.
Hangi çağda bıraktık ruhumuzu?Bize yetişmesi için kaç asır oturup beklememiz gerekli?Binlerce yıldır yaşadığımız dünyayı pisliğe çevirmek için elimizden gelen her şeyi yapıyoruz.
En güzel atlara binip gidiyor güzel insanlar; kalanlar uyuz eşek sırtında yolculuk edenler. Plastik çiçek asılmış korkuları var onların’… Onlara yalnızca güzel görünmenin ilahiliği öğretildi. Ceninden krem yaptılar. Bilim kurguları da var. Kendi varlıklarından hiç tatmin olmayan tasarılar yapıyorlar ütopik gelecekler için ve gerekirse geçmişleri için. Bir mezar bekçisinin kıllı eli oluyor statü. Tüketmek için çalışıyoruz, çalıştıkça tüketiyoruz’… Nefes nefese koşuyor’… Nereye?
Herkes ölüm döşeğinde sigarayı bırakacak. Ölüm geldiğinde her şey önemini yitirecek. Kavga bitecek. İnsanoğlunun korktuğu, bakış açısını değiştiren tek şey ölüm sanırım, tabii kendi başına geldiği anda. O zaman sahip olamadıkları önemsiz. Ayaklarının kokuyor olması da’… Belki de o zaman ruhunun aslında bedenini çoktan terk ettiğini anlayacak. Maddenin içinde nasıl maddeye döndüğünü hissedecek. İnsanoğlu bir gün özgürlüğün yalnızca çığırtkanlığını yaptığını ama asla özgür olamadığını anlayacak’…
Hadi arayın ruhlarınız. Ya da oturup bekleyin. Ya da hayatınızı yavaşlatın. Milan Kundera’’nın ’“Yavaşlık’” adlı kitabını alın okuyun. Okuyun, yazın, müzik yapın, resim yapın’… Ruhunuzun size yetişmesi için ona fırsat verin.
Bu yazıyı Dövüş Klübü adlı filmden bir replikle bitirmek istiyorum,
’“Biz tarihin vasat çocuklarıyız. Çünkü televizyon izleyerek büyütüldük ve bir gün milyoner, film veya rock yıldızı olacağımıza inandırıldık, ama olmayacağız. Ve sadece bu gerçeği öğreniyoruz."
Çok mu karamsar yazdım ne? Bugün bütün kanalların ana haber bültenlerini izledim de’…