Her 10 Kasım'da anneannemi hatırlarım


Yunan işgalinden az sonra anneannemin deyimiyle çitleri-çubukları ile bağlantıları kopmuş. Yıllarca kıtlık hatta açlık çekmişler. Zeytinyağına batırdıkları bir fitille aydınlanmış, çoğu öğünü kuru ekmeği az bir zeytinyağına banarak geçirmişler. Ama ’“Arapların Konağında’” kadınlar aç kaldı dedirtmemek için her gün ocağın üstüne su dolu bir tencere koyar, gelen giden ocakta aş pişiyor zannetsin isterlermiş.
Bu arada Yunan zulmü en yüksek noktasına ulaşmış, bu zulümle ilgili gelen bilgiler hep yüreklerine korku salarmış. Hele hele Yunanlı askerlerin küçük kundaktaki bebekleri havaya atıp sonra süngüye geçirmeleri, sonra da genç gelinlere tecavüzleri anlatıldıkça iki genç gelin korkar ürker geceler boyu ağlarlarmış.
Düşman sonunda Sandıklı’’ya kadar gelmiş. Yani bir kuş uçumluk mesafedeymiş artık kabus’…
Şehrin yüksek tepelerinde gözcüler varmış. Onlar düşmanın geldiğini şehre haber vereceklermiş. Hesaba göre o işaret verildikten ancak 2 saat sonra düşman şehre ulaşabilirmiş.
İki genç gelin kayınvalidelerinden saklı, zakkum kaynatmışlar ve pekmeze karıştırıp bir kenara saklamışlar. Tepelerdeki gözcülerden haber gelince önce çocuklarına içirecekler sonra da kendileri içeceklermiş bu ağulu pekmezi. Kararları kararmış.
Sonra ne oldu anneanne derdim?
O da MUSTAFA KEMAL’’İN ORDULARI geldi, kurtulduk derdi. Her seferinde de gözleri dolardı.
Ömrü boyunca halk mekteplerinde öğrendiği yeni yazıyı kullandı. Hiç ama hiç başını bağlamadı, ’“ben otuz yıl dünyaya kara peçe arkasından baktım, yeter artık’” derdi.
Beş vakit namazını kimseye göstermeden kılar, kur’’an okuyacağı zaman da ayak altından kaybolurdu.
İnceydi, zarifti ne zaman sokakta satılan sümbülleri veya nergisleri görse mutlaka bir demet alırdı. Elinden tutup çarşıya götürdüğü torunlarına onları sevindirecek bir şey almadan dönmezdi.
Yaşlılığında hırkasının cebine kağıtlı şekerler doldurmaya başladı, pencere kenarında oturur, apartmanın bahçesinde oynayan çocuklara atardı. Çocukların hepsini çok ama çok severdi, kara kuru burnu sümüklü çocuklara da içi kaynardı. Ve her çocuğu, tanıdık tanımadık gördüğünde kucağına alırdı. Çocuklar onları sahiden sevenleri anlarlarmış.
Sonra anneannem hayatının son dört yılında yarı felçli bir yaşam sürdü. Tek başına hareket edemiyordu. Ama her 10 Kasım’’da saat 9 da ’“beni pencereye götürün’” der, pencereye tutunarak ayakta sirenlerin çalmasını bekler ve dudakları kıpır kıpır dualar okuyarak Atasına saygı duruşunda bulunurdu.
Her 10 Kasım’’da yeniden MUSTAFA KEMAL’’İN ORDULARI tarafından kurtarılan genç bir gelin olurdu’…’”
Bu yazıyı değerli çalışma arkadaşım Sayın Birgül İleri yazdı. 10 Kasım ve Atatürk ile ilgili duygularını öyle güzel anlatmış ki, sizlerle paylaşmak istedim.
Büyük Atatürk’’ün kurduğu Demokratik, Laik, Sosyal Hukuk Devleti ve Demokrasi sayesinde ülke yönetimine gelip, güzel ülkemizi ortaçağ karanlığına götürmek için çabalayan cemaat ve tarikat artıklarının ve uluslararası çetelerin maşalarının vicdanları bir nebze olsun titrer mi, ne dersiniz?