Son günlerde daha da sıkça, hayatı; -bilhassa, Covid Pandemisi başladıktan sonra- yönetmen Radu Mihaileanu'nun 2000 yılında çektiği 'Hayat Treni' adındaki filmin sahnelerine benzetiyorum. Film; 1941 yılında, bir Doğu Avrupa kasabasında yaşayan Yahudi köylülerin, Nazi soykırımından kurtulmak için yaptıkları bir planın öyküsüne dayanıyor. Planı yapan köyün delisidir. Yahudilerin; Alman Nazi subayları kılığına girmiş kendi soydaşları tarafından, hurda yığınından dönüştürülmüş bir sevkiyat treni ile Sovyetler'e ve oradan da Filistin'e kaçırılma fikrini, ancak bir delinin dahiyana hayal dünyası üretebilir zira...
Hayat Treni'nde ölümden kaçmaya çalışan Yahudiler, farklı karakter, inanç ve ideolojideki tiplerden oluşur. Bunların arasında; 'herkesin eşit sayıldığı ve sınıf farkının olmadığı ütopik bir Dünya uğruna', ardına takılanları ayrı kollara dağıtarak, Komünizm gelince, Kızıl Meydan'da buluşmaya çağıracak kadar, hayalperest komünist; yol üzerinde Hayat Tren'ine almak zorunda kaldıkları Çingeneler'in domuzları için, 'onları trene kabul edecek misin?' sorusuna, 'sanırım Tanrı bir şey demeyecektir' diyecek kadar oportünist Hahambaşı; sevdiği kızı, çadırda bir Çingene ile sevişirken faka basan ve tam çadırı ateşe vermek üzereyken, Çingene güzeli bir dilber tarafından yakalanıp baştan çıkarılan, böylece, hem çadırı yakmaktan hem de Parti İdeolojisi'ne aykırı bile olsa sevişmeme yasağından vazgeçen ve 'aşk da ideoloji de seksin başladığı yerde biter' dedirten delikanlı; Hayat Treni'nin sahte Nazi komutanı olduğunu bildiği halde, rol gereği dahi olsa, iktidarı ele geçirince, kendi topluluğuna karşı acımasız ve sert davranışlar sergilemekten çekinmeyen Yahudi gibi klişeler görülmeye değer seyir izlerler...
Birbiriyle yer yer çatışan bu zıt karakterler –örneğin aşırı dindar Hahambaşı ile Tanrı kavramını reddeden komünist, ya da Nazi Komutanı rolünü oynayan Yahudi ile 'ne din, ne Komünizm, önemli olan insanlık vurgusu yapan deli- gerçekte, tek bir amacın peşindedirler. Bir an önce, Yahudiler'in özgürce yaşayacağı topraklara, Filistin'e ulaşmak...
Tüm bu tiplemelerin izdüşümleri, biraz da biz değil miyiz aslında? İçinde bulunduğumuz ve adına hayat dediğimiz bir trenin yolcuları sayılmaz mıyız? Bizi kurtuluşa götüreceğini sandığımız bu trenin içinde, yok olmamak ve hayatta kalmak için türlü roller üstlenip, birbirinden farklı ideoloji ve inançlar uğruna, zaman zaman, birbirimizle insanlık dışı çatışmalar içerisine girmiyor muyuz?
Oysa, ne ideolojilerin ve inançların ne de toplumsal rollerimizin, bizi birbirimize düşman edecek derecede önemi olmamalı bu hayat treninde. Her birimiz, belli ölçülerde, hayatta kalma ya da hayata tutunma mücadelesi vermiyor muyuz zaten? Üstelik, yarattığmız nice anlamsız mitlere yapışıp, dayanışma yerinde olmak yerine, birbirimizle savaştığımız sürece, başımızdaki –Covid belası gibi- belalar da, çektiğimiz sıkıntılar da sürmeye devam edecek!
Hayat Treni filminin son sahnesi; filmde deli rolünü oynayan Yahudi'nin, toplama kampında, teller ardından 'keşke hayal ettiğim bu hayat treni gerçek olsaydı, bu treni hayal etmek ne delilikti ama, bir gün bu hayat trenine binip köyüme geri döneceğim' sözleri ile bir tokat gibi yüzümüze vurur. Bütün bir film, ölüm kampına gönderilen ve muhtemelen aklını kaçırmış bir delinin 'imgelemelerinden' ibarettir meğerse...
Bizim yolcusu olduğumuz gerçek hayat treni ise bir ölüm kampının telleri arasından dahi düşleyemeyeceğimiz kadar gerçek ve bir o kadar da sahici acı ve zulümlerle dolu. Bu hayat treninden sağ salim inmek istiyorsak; bir deli gibi hayaller kurarak, hakikatte hiç bir zaman kaçınamayacağımız acı sonumuzu da bekleyebeliriz... İdeoloji mi, din mi, üzerimize yapıştırdığımız afili etiketler mi gibi sahte sanrılara kapılmadan, hayat treninin lokomotifini, paylaşımcı bir dayanışma ile sürerek, varmak istediğimiz yere insanca da varabiliriz...