Öyle hızlı değişiyor ki gündem, her yeni güne yenisiyle uyanıyoruz. Ama giderek daha karmaşık, daha inanılmaz ve daha farklı meseleler ile meşgul oluyoruz. Aslında son birkaç ay içinde yaşadığımız gündemin temposu normal bir ülkede rastlanamayacak özellikler içeriyor.
Dolayısıyla bu koşullarda, Türkiye'deki siyasal gündemi geleneksel siyaset bilimi ve sosyoloji kavramaları ile açıklamak zorlaşıyor. Normal olanın ölçüsü silikleşiyor giderek. Normal ile anormal olan çok kolay birbirinin yerine geçebiliyor. Ya da normal olan etkisiz kalıyor.
Bir ay önce bu ülkenin kamuoyunda Narin Cinayeti soruşturmasında ve Sinan Ateş suikastı mahkemesinde yaşanan adli fiyaskoları konuşuyorduk. Özgür Özel ile yumuşama diyaloğu ve Ekrem İmamoğlu'nun siyasi yasaklı konuma düşüp düşmeyeceği en önde gelen gündem maddeleri idi.
Geçim sıkıntısı ve emeklilerin dramı ile birlikte bunların hepsi Cumhur İttifakı aleyhine bir kamuoyu oluşumuna katkı yapıyordu. Bu nedenle Bahçeli'nin Meclis'te DEM yöneticilerine uzanan eli, Cumhur İttifakını kutbun diğer ucundakilerle genişletmek hamlesi olarak algılandı.
Ancak Bahçeli'nin adeta iktidar sözcüsü gibi davranıp, ard arda yaptığı baş döndürücü hamleler, büyük resmin oldukça derin bir boyutunun olduğunu ortaya koyuyordu.
Burada tutarlılık aramak anlamsız. Dün bunu diyordu bugün neler yapıyor eleştirisi profesyonel siyasette dikkate değer bir konu değildir. Bazen de bu tutarsızlık, pratik bir zorunluluk olabilir.
Ancak bu kadar sürede ve bu kadar radikal dönüşümler ister istemez, bugüne kadar yaptığımız değerlendirmelerden farklı bir bakış açısını zorunlu kılmaktadır. Meydanlarda urgan atan Bahçeli, aslında idam cezasını kaldıran düzenlemeye de imza atan kişiydi. Bunda sorun yok. Çünkü ABD, PKK lideri Öcalan'ı bu koşulla teslim etmişti.
Sorun nerede biliyor musunuz? Güney Doğu sınırlarımız dışında, İsrail öncülüğünde devam eden savaşın neden olacağı dönüşümlerden Türkiye'nin nasıl etkileneceği ile ilgili ciddi bir durum var. Ve burada akıl yürütme dışında bilmediğimiz pek çok faktörün devrede olduğu da anlaşılıyor. Öcalan'ın teslim eden ABD, bu defa bu bölgede sınırları değiştirme ve yeni devlet kurma konusunda kararlı gözüküyor.
Bu, bizim dış değil iç dinamiğimiz doğal olarak. Kırk yıldır tarafların şiddet yoluyla mücadeleyi tercih ettiği bu süreç sonucunda, bu kırk yıl içinde belli bir konum elde etmiş ve konjonktürün etkisiyle de avantajlı konuma gelen PKK'ya silah bırakın ve de bunu tek taraflı ve koşulsuz yapın demek, ne kadar gerçekçi bir öneri olabilir?
Legal siyaset yapan Selahattin Demirtaş'ın sekiz yıldır hapiste tutan iktidar, terör örgütü olduğunu kabul ettiği ve ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılan Öcalan'a el uzatıyor. Bu olmayacak bir iş midir, tabii ki hayır. Çünkü PKK, DEM ve Kandil üçgeninde Öcalan, hiyerarşini en üstünde yer almaktadır. Bunu bildikleri için dört yıldır tecrit uygulanan Öcalan'ın Meclise davet edilmesinden önce, Demirtaş gibi, yasal düzlemde siyaset yapanların mağduriyetleri neden hiç gündeme gelmemektedir?
İmamoğlu'na karşı Özel'i tercih eden Bahçeli, Kürt meselesinde de Demirtaş yerine Öcalan'ı tercih etti. Oysa ki, meşruiyet peşindeysek ve sorun çözme niyetimiz var ise, AHİM tarafından da serbest bırakılması gereken Demirtaş ve Gezi tutsakları ile işe başlamak daha doğru olmaz mıydı? Yani ilk basamak böyle olması daha kabul gören bir tercih olabilirdi. Ama eline silah almayanlar terörist olarak itham edilirken, Türkiye ve Avrupa'da terör örgütü olarak kabul edilen PKK ile pazarlık başladı.
Bahçeli'nin, 'Öcalan gelsin Meclis'te terör örgütünü tasfiye ettim diye haykırsın' sözleri üzerinde 24 saat geçmeden, PKK, Ankara'da terör eylemi ile cevap verdi bu sözlere.
Belli ki iktidar, bu konuda oldukça sıkışmış durumda. Ne normal ne de tutarlılık peşinde. Bir panik havasıdır gidiyor. Buna neden olan bazı gerçekleri olaylar geliştikçe öğreneceğiz.