‘Hacıyanesti, gel de ordularını kurtar!’

Türk topçusu ve piyadeleri, beş günün sonunda Dumlupınar'a ulaşmışlardı.

O güne değin süren şiddetli muharebelerle pek çok cephede düşmana ağır darbeler vurulmuş ve geri çekilmeye zorlanmıştı… Bunun sonunda artık, bir ölüm kapanına düşer gibi, Dumlupınar'a toplanmış bulunuyorlardı.

Türk ordularının kuzey ve güney kanatları birbirine yanaşarak, düşmanı hilal biçiminde bir kuşatmanın içine toparlamıştı…

Askerler aç ve yorgundu…

Günlerdir sıcak bir tas yemek yiyememişler; toz toprak içinde ölümle burun buruna düşmanla vuruşmuşlardı.

Anadolu toprakları Ağustos'un sıcağında, dökülen kanlarla sanki üzerindeki kirlerden arınıyor gibiydi…

Kir; yani işgal…

Zillet dolu günler…

Ölümler, işkenceler…

Namus ve onurlara vurulan ağır darbeler…

Şimdi düşman yarım bir çemberin içinde, ne yapacağını bilmez bir durumda kıvranıyordu.

Süvariler ise batı geçitlerini tutmuş, kaçış yollarını tıkamıştı…

Her an, bir dere boyunca kaçmaya niyetlenen dağınık düşman birlikleri Türk süvarilerinin nefesini boyunlarında hissediyorlardı.

Önce korku ve panik halinde sağa sola kaçışlar oluyor, ardından da süvarilerin kılıçları yalım gibi şimşekler çakarak düşmanın gövdesine iniyordu.

Süvariler ise çoktan batı yönündeki kaçış yollarını denetimlerine almışlardı. Süvariler düşmana karşı yıldırıcı darbeler vuruyor; ani baskınlar düzenliyor, imha hareketi yapıyor, sonra da hızla çekiliveriyorlardı.

Mustafa Kemal Paşa, başkomutanlık karargahını hemen ateş hattının yakınına kurdurmuştu.

Her an kendisine ulaşan hareket planlarını inceliyor; sık sık çadırının önüne çıkarak, yanında kurmay heyetiyle elinde dürbünü, uzakları gözetliyordu.

Beş gündür, hemen hiç uyumamış gibiydi.

Harekatın her aşamasını gözden geçiriyor; kurmay erkanını topluyor, gelişmelere göre planını sürekli güncelliyordu…

Ara ara atına binip, sade muharip elbiseleri üzerinde, mevzileri gözden geçirmek için siperlere gidiyordu…

Türk Ana işte üzerindeki kiri, pası; onca çirkinliği atmak üzereydi…

Gazi, yüreğinde heyecanlar; artık düşmanın iyice avucunun içine düştüğünü ve kaçamayacak biçimde sarıldığını görüyordu.

Artık o anın geldiğini düşünerek, önce top atışı için emrini verdi…

Gazinin emri üzerine düşmanı sarmış Türk topçuları toplarını ateşlediler…

Kulakları patlatırcasına yoğun gürültülerle toplar düşman üzerine gülleler atıyor; patlayan gülleler Dumlupınar'ı sanki yakıyordu.

Bir süre sonra top atışı yavaşladı.

Ardından da piyade ve süvarilerin taarruzu başladı.

Düşman ordusu bir iki basit hareketin dışında direnme yeteneğini bütünüyle yitirmişti.

Anadolu'yu baştan aşağı istila etmek için yollara dökülen koskoca Yunan ordusu topçuların güllesi, piyadelerin süngüsü ve süvarilerin kılıçları altında adeta eriyordu.

Dumlupınar yaylası, Anadolu'nun namusları ve onurları üzerine yemin etmiş çocuklarının sanki mitolojik destanlarına tanıklık ediyordu.

Bu direniş, Adalardan gelen Yunan saldırganlara karşı savaşan Truva'nın direnişinden çok daha görkemliydi.

Mustafa Kemal Paşa, yitip eriyen, yok olmamak için sağa sola kaçışan, ancak sıvışacak bir delik bulamayan Yunan ordusunu gözetlerken, gözlerini İzmir yönlerine dikmiş, haykırıyordu:

'Hacıyanesti! Gel de ordunu kurtar!'…

Hacıyanesti; yani Yunan ordularının başkomutanı…

Ordusu yok olurken, Hacıyanesti İzmir'de, bir yatın içinde kendisini Anadolu'nun fatihi gibi görüyor ve savaşı yönettiğini sanıyordu…