Bir günün tortusu daha üzerime çökerken, günün belli başlı haberlerini ve bende bıraktığı izlenimleri geçiriyorum aklımdan. Uzun uzadıya düşünmeme gerek kalmadan, teker teker sıralanıyor gelişmeler dizisi zihnimde. Dünyada ve Türkiye’de o kadar hızlı akan bir yoğun gündem var ki yetişmek ya da her birini detaylı bir şekilde analiz etmek mümkün değil. Yine de altını çizdiğim bazı satır başlıkları hakkında, bir iki kelam etmeye çalışacağım.
İlkinden ve yüreklerimizi yakan en sıcak hadiseden başlayacağım; Bolu Kartalkaya’daki otel yangını. Ben bu satırları yazarken ölü sayısı 79’a, yaralı sayısı ise 20’ye ulaşmıştı. Öncelikle, ne kadar büyük bir elem duyduğumu belirtmek istiyorum. Bugün, dünyanın gelişmiş ülkelerinde, ölüm sebepleri genellikle doğal ölümlere dayanırken, 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde, Türkiye; insanların, bırakın doğal ölümle ölmeyi, tesadüfen yaşadığı, neredeyse “çok şükür bugün de ölmedik” dediği bir ülke haline geldi. Yolda yürürken, tanımadığı bir erkek tarafından sırtına hançer saplanarak öldürülenler mi dersiniz, depreme dayanıklı yapılmayan binaların altında kalarak ölenler mi dersiniz, maden işletmelerinde alınmayan önlemler nedeniyle hayatlarını kaybedenler mi dersiniz, lokantada yediği yemekten, içtiği içkiden zehirlenerek ölenler mi dersiniz… Saymayayım… Yazarken dahi içim şişti… Hepimizin bildiklerini tekrar etmenin faydası yok.
Otel yangınının açtığı felaketten sonra X platformunda ve diğer sosyal medya mecralarında, öfkeli tartışma gruplarına katılanlar birbirlerine soruyorlar “Bu kötü gidişatı önlemek için ne yapmalıyız?” Kimi, yerel idarecileri ve hükümeti suçluyor, kimi, otel sahiplerini, kimi de spekülasyon yaparak yangını olası bir sabotaja bağlıyor. Bu tür hadiselerin bir daha yaşanmaması için; sesimizi yükseltelim, protesto edelim ya da önümüzdeki seçimde, oylarımızla sorumluları cezalandıralım diyenler var.
Sevgili günlük, benim fikrimi soracak olursan, derim ki; ülkemizde denetimle ilgili de cezai yaptırımlarla ilgili de kanunlar var ancak kanunlara uygun denetlemelerin yapıldığına ya da cezai yaptırımların adil bir şekilde uygulandığına dair genel bir güvensizlik hâkim. Bu yangın olayında da ihmali ya da kastı olanlar bulunsa dahi hak ettikleri cezayı alacaklarına ve bu cezanın toplum vicdanını tatmin edeceğine dair geniş kesimlerin derin bir şüphesi var. Otel yangınında da böyle bir senaryo gerçekleşirse, ileride gerçekleşebilecek benzer ihmaller zincirini önlemek bakımından maalesef, kötü bir emsal teşkil edecektir. Bu hep böyle olmadı mı bu zamana kadar? Umalım ki bundan sonra böyle olmasın… İnsanlarımız konaklama yerlerinde, oturdukları evde güvenle kalsınlar, yaşasınlar, yemek yedikleri lokantalarda korkusuzca yiyip içsinler, emekçilerimiz madenlerde/iş yerlerinde sağlıklı koşullarda, huzurla çalışsınlar.
Bir diğer ülke gündemi ise düşüncelerini ifade ettikleri için İstanbul Barosu’na, Ekrem İmamoğlu’na ve Ümit Özdağ’a açılan davalar. Soruşturma konularına baktığımız zaman, tehdit ve hakaret içermediği halde, demokratik/anayasal düşünce ve söz söyleme özgürlüğünü kullanan adı geçen kurum ya da yurttaşlarımızın haksız yere soruşturmaya tabi tutulduğunu görüyoruz. 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde, “korkudan, şiddetten, ihmalden muaf” güvenli yaşam hakkı korunamamış yurdum insanının, anayasal hakkı olan “düşünce ve ifade” özgürlüğünü kullandığı için cezai yaptırıma maruz bırakılmak istenmesi karşısında; bu gidişle, son günlerde sıkça bahsi geçen “barış ve kardeşlik içinde yaşama arzusunun” boş bir söylem olarak kalacağını, aklı selim herkes teslim eder sanırım.
Sevgili günlük, gelelim dünya gündemine. Bu konuda da konuşulacak o kadar çok havadis var ki! Ben en iyisi, yaşadığım ülkedeki iki konudan bahsedeyim sadece…
Birincisi; Trump, 22 Ocak Salı günü, Ulusal Katedral’de (National Cathedral) bir dua törenine katıldı ve bu dua töreninde vaaz veren kadın Piskopos (bishop) Mariann Edgar Budde, konuşmasının orta yerinde, birden, gözlerini Trump’ın gözlerine dikerek; “Sayın başkan, demokrat, cumhuriyetçi ve bağımsız ailelerde gey, lezbiyen ve trans çocuklar var ve bazıları hayatlarından endişe ediyor” dedi. Başkan olarak ilk saatlerinde Trump, kadın ve erkek olmak üzere iki cinsiyeti tanıyan, bunların doğuştan belirlendiğini ve değiştirilemeyeceğini belirten bir kararnameyi imzalamıştı. Ayrıca göçmenlik memurlarına, ülkedeki yasal izin olmadan kalanların sınır dışı edilmesini hızlandırma emri vermişti. Budde vaazında, sınır dışı edilmek üzere hedef alınanların vatandaş ya da gerekli belgelere sahip olmasa da göçmenlerin büyük çoğunluğunun suçlu olmadığını söyledi: ‘Vergi ödüyorlar ve iyi komşular. Onlar kiliselerimizin, camilerimizin, sinagoglarımızın ve tapınaklarımızın sadık üyeleridir” diyerek şunu ekledi: "Sayın Başkan, toplumumuzda çocukları, ebeveynlerinin elinden alınmasından korkanlara, merhamet etmenizi rica ediyorum."
Piskoposun bu ricasından rahatsız olduğu gözlemlenen Trump, daha sonra sosyal medya platformu Social Truth’daki gönderisinde, Piskopos Mariann Edgar Budde'yi, "işinde pek iyi olmayan, radikal, sol katı Trump düşmanı" olarak nitelendirdi ve “kilisesini kaba bir şekilde, siyaset dünyasına bulaştırmakla" suçlayarak, özür talep etti. Piskopos Budde, daha sonra kendisiyle yapılan röportajda, “elbette özür dilemeyeceğini, ricada bulunduğu konuda bahsettiği güçsüz kesimlerin sesi olabildiği için mutlu olduğunu, Trump düşmanı olmadığını, radikal katı solcu olmanın ne anlama geldiğini bilmediğini, dolayısıyla solcu olmadığını, bu ricasından sonra bazı gruplardan ölüm tehdidi aldığını, ancak bunlardan korkmadığını” belirtti.
Budde’ın vaaz sırasındaki ricası, bütün dünyada çok geniş yankı buldu. Sevgili günlük bu konu hakkında ben de bir iki şey söylemek istiyorum; “Sayın başkan, siz, başkanlık yemini sırasında elinizde iki Bible (İncil) ve ilahilerle yemin ettiniz. Ayrıca Tanrı’nın sizi suikasttan kurtarmasının bir amacı olduğunu, bunun da Amerika’yı yeniden büyük yapmak için sizi korumak olduğunuzu ifade ettiniz. Peki, sayın başkan, bu söylemlerinizle ve dinsel ilahilerle başkanlık yemini ederken, siz de kiliseyi siyasetin içine bir şekilde dahil etmiş sayılmaz mısınız?”
Diğer bir konu, yine Trump ile ilgili. Başkanlık seçimleri sırasında “ben olsam Rusya-Ukrayna savaşını 24 saat içinde bitirirdim’ demişti. Trump, ilk 24 saatlik görev süresi içinde, Paris İklim Anlaşması’nı, Dünya Sağlık Örgütü üyeliğini, trans bireylerin orduya katılma hakkını, iki cins dışında cinsiyet değiştirme hakkını, yasal olmayan göçmenlerden doğan çocukların anayasal hakkı olan, doğuştan otomatik vatandaşlık hakkını ve daha pek çok hak ve özgürlükleri bitirdi. Gel gör ki, 24 saat içinde bitireceğim diye böbürlendiği Rusya-Ukrayna savaşını, göreve gelişinden itibaren 72 saatten fazla zaman geçtiği halde hala bitiremedi. Hatta Rus televizyonu dahi Trump’ı bu konuda tiye alan bir yayın yaptı…
Şimdilik, sadece bu birkaç haberle bile, dünyanın ve Türkiye’nin ahvalinin, iyiye gitmediği çok açık görülüyor. Gitmesi için, ümidimiz olsun diye, her zamanki gibi “dayanışma, yasal örgütlenme ve haklı direniş” diyorum…