İZMİR - İşte Prof. Dr. Nuri Bilgin'in makalesi:
Meydanlara Dökülenleri Anlamak
Mayıs ayının son günlerinde İstanbul'dan başlayarak tüm yurda yayılan protesto gösterileri, gazeteci ve yazarlar kadar, sosyal bilimciler açısından da üzerinde düşünülmesi ve araştırılması gereken önemli bir konu teşkil ediyor.
Taksim Gezi Parkının korunmasına odaklı küçük bir grup hareketi ne oldu da ülke çapına yayılan kitlesel gösterilere dönüştü? Şekilsiz bir kitle halinde kendi dünyalarında sessizce duran insanlar nasıl oldu da bir anda gündemin ilk sıralarına yerleşerek politikanın özneleri ve kamusal düzenin aktörleri haline geldi? Nasıl oldu da farklı kökenlerden, inançlardan, takımlardan genç-yaşlı, kadın-erkek bir dizi insan aynı yolda birleşti? Gözlerimiz önünde cereyan eden tüm bu gelişmeleri nasıl anlayacak ve anlamlandıracağız?
Olayların ilk günlerinde toplumun entelektüel peyzajına, olaylar karşısında lehte ve aleyhte vaziyet alan aktivistlerin, parti sözcülerinin ve politik angajmanı olan gazeteci ve yazarların söylemleri hakim oldu. Bu söylemlerin büyük bir kısmı komplo zihniyetinden besleniyordu. İnce zeka ürünü çeşitli komplo teorileri üretilerek karanlık güçlerin 'yükselen Türkiye'nin önünü kesmek üzere tezgahladığı oyunlar'dan biri olarak nitelendi protesto hareketleri. Bu kategoriye sokulabilecek ve genellikle hükümet kanadından gelen bir başka değerlendirme tarzı, bunların 'muhalefetin provokasyonu' veya illegal örgütlerin gizli oyunlarının ürünü olduğu iddialarıydı. Ancak bu tür oyunların hemen her toplumsal sorunda gözlendiği ve hiçbir zaman eksik olmadığı dikkate alınırsa, protesto gösterilerinin tırmanarak gelişmesinin nedenlerini, başka yönde aramak gerekiyor; dolayısıyla söz konusu gösterilerde bunları asıl faktör gibi değil, ara veya vasıta değişken olarak görmek daha doğru görünüyor. Olan biteni salt güç ilişkileri üzerinden tanımlayan bu iddialar protesto hareketine katılanları, hem birbirinden farksız bir blok halinde gördüğü, hem de onları kuklalar gibi kendi iradeleriyle karar verme kapasitesinden yoksun saydığı ölçüde sağlam bir zemine oturmuyor. Protestoculardan çok azının samimi iken çoğunun art niyetli olduğunu öne süren (Örnek ifade 'Aralarında yeşile duyarlı, ağaç sevgisi olanları tenzih ederim, ama bunların çoğu …….. hareket ediyorlar'.) ve komplocu bakışı yansıtan iddialar da havada duruyor.
Öte yandan olayları değerlendirmeye yönelik analizler ve yorumlar ise 'polis nerede yanlış yaptı?', 'ne yapılmalıydı?', 'gençleri anlamak lazım' veya 'daha çok demokrasi gerekir' temaları etrafında eklemlenen normatif söylemlerle yürütülüyor. Ancak pek çok soruyu cevapsız bırakan bu yaklaşım olayların gelişiminde rol oynayan çeşitli aktörlerin etkileşimlerini ve protesto dinamiklerini kavramayı sağlamıyor.
Olayları anlamaya yönelik bir okuma ızgarası, yani teorik bir çerçeve çizebilir miyiz?
Ara özgürlük alanları
Kentsel mekanların inşasıyla ilgili bir metafordan hareketle olayları anlamlandırmada rehberlik edecek psiko-sosyal nitelikli bir çerçeve önermek istiyorum.
Boş bir alanda çeşitli bina ve yapılardan oluşan bir kent kurulduğunda, bu alan her yönde istendiği şekilde katedilen bir mekan olmaktan çıkar; bu durumda kent sakinlerinin yer değiştirmesi bir sorun haline gelir ve insanların içinden geçecekleri bir takım yollar, geçitler ve dehlizler bırakma zorunluluğu doğar. Katı duvarların ve engellerin şekillendirdiği bu mekan üstünde hareket etmek, yani bir noktadan bir başka noktaya gitmek bu sayede mümkün olur. Bunlar Kurt Lewin ve Moles anlamında 'ara özgürlük alanları'dır (interstitial liberty). Kent sakinleri bu alanlar sayesinde, kent yapılarının ve duvarların insanı hapseden biçimlerinden sıyrılma ve serbestçe hareket etme imkanı bulur.
İnsanın düşünce evreni de buna benzer bir şekilde yapılanmaktadır. Ancak bu evrende, katı duvarların ve engellerin yerini sosyal normlar, yani yasa ve kurallar, davranış ve ilişki kodları alır. Düşünsel ve duygusal yaşamımız bunların yapılandırdığı bilişsel bir mekanda cereyan eder. Burada da toplumun (ve iktidar odaklarının) normatif düzenlemelerinin ve sosyal kontrolün dışında kalan, yani bir kurala bağlanmayan ara özgürlük alanları vardır. Arzularımız ve ideallerimizle bu mekanın boşluklarında ilerlemeye çalışırız.
Bu metafor bireylerin toplumla etkileşimini anlamamızı sağlayabilir; insan ilk çocukluk yıllarından itibaren kendisinden istenenler ile kendi istedikleri arasında bir kopukluk olduğunu fark eder. Bireylerin yaşamı, davranışlarını tekbiçimlileştirici, standartlaştırıcı veya formatlayıcı sosyal kontrol güçleri (Moles'in terimiyle kralî (regalien) güçler) ile normdan belirli ölçüde sapmasını içeren yaratıcılık güçleri arasındaki hayatî gerilim içinde cereyan eder. Metaforumuzdan hareketle şöyle diyebiliriz: Sosyal kontrol kentsel planda bina ve yapılarda, katı duvar ve engellerde somutlaşırken; zihinsel planda sosyal norm ve kurallarda kendini gösterir; yaratıcılığın güçleri kentlerde mimari yapıların kaplamadığı alanlarda, kafamızda ise yeni keşif ve arayış zeminlerinde hayat bulur (Sanal iletişim ağları da, kontrol dışı oldukları ölçüde ara özgürlük alanları arasında sayılabilir). Kısaca kentsel ve zihinsel ara özgürlük alanları, insanın kendini özne olarak anlamlandırdığı, yani var olduğunu hissettiği (facebooktan bir örnekle:'Bizim neslimiz ilk defa derinlemesine bir nefes alıyor, kendinin belki de ilk defa farkına varıyor..'), kendi sorularına kendi cevaplarını aradığı alanlardır. Girişi ve çıkışı insanın kendisi tarafından denetlenebilen bir yaşam alanına tekabül eden bu alan, insanlar kadar hayvanlar için de vazgeçilmez bir niteliktedir. Neyi, ne zaman, nasıl ve ne kadar yapacağımızı söyleyen standartlaştırıcı güçlerin hakim olduğu ('Benim sorunum senin farklı hayatlara hoşgörüsüz tavrın ve beni sürekli rencide eden üslubunla …') ve tanımlanmış doğruların bulunduğu sosyal kontrol alanlarında bir memur, görevli, sözcü veya ajan olarak bulunur insan. Buna karşılık -dayatılan genel doğruların değil, kalıcı veya geçici surette filizlenen özlemlerin ve farklılık arayışlarının boy gösterdiği- ara özgürlük alanlarında kendini tanır, kişisel kimliğini ve tekilliğini temellendirir, düşlerini ve illüzyonlarını besler, arzu öznesi haline gelir, nefes alır.
Hareketlere katılan ve destek verenlerin büyük çoğunluğu ne ideolojik referanslara sahip, ne de sivil toplum hareketlerine üye aktivistler. Ne sadece laikler, ne sadece hükümete muhalifler; örgütlü olmadıkları gibi politik açıdan inanılmayacak ölçüde naifler (Taş atma! Küfür etme! Çevreye, dükkanlara, arabalara zarar verme! Sadece yürü, sadece hakkını savun. Hiçbir partiye ya da gruba dahil olma, sağduyulu ol yeter'). Aralarında politik/ideolojik bağları olan aktivist gruplar bir yana bırakılırsa, ortak paydaları 'ara özgürlük alanları'nı tehdit altında hissetmek ve onu korumak arzusu ('Mahalleme, meydanıma, ağacıma, suyuma, toprağıma, evime, tohumuma dokunma...').
Protesto olaylarını bu çerçevede anlamak ve bazı sorulara cevap bulmak mümkün görünüyor. Örneğin yetkililerin öne sürdüğü 'bunca reform yaptık, bu tepkiler haksızlık değil mi?' tarzı yakınmaların meselenin özüyle ilgili olmadığı anlaşılıyor. Mesele güçlü bir Türkiye veya ekonomik kalkınma, hatta hayat tarzı meselesi değil. Belirlenmemiş, formatlanmamış, kodlanmamış yaşam alanlarına sahip olma ihtiyacı. Herhangi bir akla mecbur kalmama, kapatılmama, serbest olma ihtiyacı. Olayların patlamasında sorumlu görülen sanal iletişim ağları, aslında küreselleşmenin farklılıkları tesviye edici, kişi ve kurumları formatlayıcı etkilerini telafi etme imkanları sunan ve bu etkileri tahammül edilebilir kılan yaşam alanları olarak işlemektedir. Bu saptama, sosyal medyanın insanların mobilizasyonunda oynadığı rolü dışlamaz; hareketlenme anına kadar sanal ortamın bireylere, tekillik, kişisellik duygusu veya illüzyonu sağladığını vurgular.
Kahraman Olmanın Açmazları
Başbakanın iktidarda olduğu dönem boyunca ortaya koyduğu ekonomik ve sosyal performansın (taraftar bir ifade örneği: 'Sadece Başbakanımız değil, fakat aynı zamanda milletimizi 21. yüzyıla taşıyan lider olan sayın …') bireylerin özlemleri bakımından bir önemi yok; aksine liderin etkililiği, onun güç alanını genişlettikçe, kişilerin formatlanma ve hayatın kodlanma düzeyi de artıyor; güç mutlaklaştıkça özgürlük alanı daralıyor ve lider ile bireyler arası ilişkiler, oyun teorisi terimleriyle 'toplamı sıfır' olan oyuna, yani biri kazandıkça diğerinin kaybettiği bir oyuna dönüşüyor; daha büyük bir klostrofobi yaratıyor ve insanlar sokağa, açık alanlara dökülüyor.
Başbakanın iktidarda olduğu dönem boyunca ortaya koyduğu ekonomik ve sosyal performansın (taraftar bir ifade örneği: 'Sadece Başbakanımız değil, fakat aynı zamanda milletimizi 21. yüzyıla taşıyan lider olan sayın …') bireylerin özlemleri bakımından bir önemi yok; aksine liderin etkililiği, onun güç alanını genişlettikçe, kişilerin formatlanma ve hayatın kodlanma düzeyi de artıyor; güç mutlaklaştıkça özgürlük alanı daralıyor ve lider ile bireyler arası ilişkiler, oyun teorisi terimleriyle 'toplamı sıfır' olan oyuna, yani biri kazandıkça diğerinin kaybettiği bir oyuna dönüşüyor; daha büyük bir klostrofobi yaratıyor ve insanlar sokağa, açık alanlara dökülüyor.
İktidarın kendi doğası icabı mutlaklaşmaya meyletmesi, bir açmaza sürüklüyor. Başbakanımız kuşkusuz siyasal tarihimizin en etkili liderlerinden biri. Ama sadece başbakan değil, aynı zamanda halkın öz-saygı ihtiyacına cevap veren bir kahraman figürü. Her toplumun tarihinde zaman zaman kahramanlara ihtiyaç duyulduğunu ve toplumların kahraman imalatını (fabrikasyon) sağlayan mekanizmalar geliştirdiğini biliyoruz. Kriz dönemlerinde halk kahraman arar, hatta yaratır (Başbakanın 2001 krizini aşmadaki rolü malum). Ancak demokrasiler normal koşullarda kahramanlara uygun bir zemin değildir. Kahraman, benlik değerlerini ve egolarını yüceltme ihtiyacı genelde oldukça belirgin olan entelektüellere de ters gelir; çünkü onlara sadece geçici bir süre ve ancak kendi pratiğini rasyonelleştirmek için gerek duyar. Krizi aşma, problem çözme misyonuyla yükümlü bir kahraman, doğası gereği, sınırların insanı değildir; alışılmışa, rutin olana aşkındır. Yerleşik davranış ölçülerine bağlı kalamaz; onun davranışı normun kendisidir; diğerleri onu izler ve böylece yeni bir norm tesis olur. Ancak her şeyin cevabını veren bir kahraman, ister istemez diğerlerinin düşünsel çabalarını bloke eder. Pek çok meslektaşım, uzmanlık alanları itibariyle kendilerine sorulan bazı sorulara (örneğin eğitimde 4+4+4 sistemi) cevap ararken, başbakanın kanaatini beyan etmesinden sonra entelektüel çabaları durmuştur: Zira düşünmeye ve konuşmaya devam etmenin şu veya bu politik safta yer almakla eş anlamlı hale geldiği ve artık kimsenin kimseyi duymadığı bir durum doğmaktadır. Kendi hocalık deneyimlerimden biliyorum. Her soruya cevap veren ve tartışmalarında öğrencilerini sürekli düzelterek 'mat eden' bir hoca, gizil bir antipati yaratır; çünkü öğrencilerini, kendi doğrularına hapsederek zihinsel dünyasında boğar. Söylediklerinin doğru ve yanlışlığının önemi yoktur. Hatta doğru şeyler söylemesi homo sapiens'in işini daha da karmaşık hale getirir.
Problemin bir başka boyutu daha var. Başbakanın büyük bir retorik üstadı olduğu açık. Her soruya doğaçlama cevap verme istidadına sahip olsa da pek çok durumda yaptıklarından ve hatta yapmak istediklerinden çok bunları dile getirme ve karşısındakileri bozma (one-upmanship) tarzı, (kendi taraftarları arasında hayranlık uyandırırken) çoğu insanı incitiyor, ters etki yaratıyor (psychological reactance). Davranışlarının ardındaki niyeti değil, nasıl algılandığı önemli. Çoğu kez bir meydan okuma ve gözdağı verme yönünde algılanan sözleri bir kibirlilik havası (arrogance) çağrıştırıyor. Ancak eğer bu analizim doğruysa, kahraman 'büyüyerek' değil, 'küçülerek' sorunun çözüm yolunda ilerleyebilir. Yöneticilerde aranan gerçek sorumluluk mantığı, olayları bir üst-bakışla (meta-analysis) yeniden anlamayı, daha mütevazı ve daha alicenap bir davranış stilini benimsemeyi gerektiriyor. Bu mantık sadece bizimle olanlardan değil, ayrı yollarda yürüyen veya yürümek isteyen, ayrı tellerden çalan insanlardan, hatta mahkûm ettiklerimizden de kendimizi sorumlu görmeyi içeriyor.
Protestocular sosyal medya üzerinde şekillenen kabileler gibi eğreti ve geçici, ancak sürekli bir etkileşim içindeler. Rivayetlere ve şehir efsanelerine kapılmaya yatkınlar. Nitekim 'kervan yolda düzülür' misali, protesto hareketi de zaman zaman yön değiştiriyor. Hükümet karşıtlığı daha baskın hale geliyor. Uzun zamandır kendi köşelerinde sessizce büzülüp kalan insanlar, sayıları arttıkça güçlülük duygusu kazanıyor; hatta sembolik planda kazanımlar elde ettikçe bazıları kendi güçlerine daha çok kani hale gelerek 'Arap baharından mülhem bir 'isyan', bir 'direniş' efsanesi üretiyor; ilk kez duymuşçasına yükselen seslerinin büyüsüne kapılıyor. Kitlede amaç ve hedefler hakkında hükümler belirginleştikçe düşünsel çabalar duruyor ve entelektüel kapasite, slogan düzeyine geriliyor. Kitle içinde bir yenilmezlik inancı yükseliyor; kahraman figürü mizah konusu edilerek yerle bir edilmeye çalışılıyor. Üstelik bazı alt gruplar kabalaşarak hakaretlere ve şiddete meylediyor….
Olayları anlamlandırırken peşin yargılarımıza uyacak şekilde yanlı bir okumadan kaçınmak, 'doğru' sosyal politikalar oluşturmak açısından büyük önem taşıyor. Öncelikle aynı toplumda standartlaştırıcı güçler ile yaratıcılık güçlerinin ortak-yaşamsal (conviviality) gerçekliğini kabul etmek, sosyal kontrol ile normdan sapmaların birlikte varoluşunu sağlamak gerek. Toplumsal norm ve uzlaşmaların, ilke olarak karşı çıkışa açık olduğunu ve hukuk devletinin belirli koşullar altında yasalara karşı çıkışı kabul ve teşvik ettiğini unutmadan. Ve yine hatırda tutmak gerekir ki yasaya karşı çıkanın yasayı çiğnememesi önemlidir; yasaya yasal yollardan karşı çıkmak esastır: Yasalar yasalara şiddetle karşı çıkışa izin veremez, Arendt'in deyişiyle yasanın ihlalini yasayla meşrulaştırmak mümkün değildir.





