Ezilenlerin Tiyatrosu

Müzik Önerisi : Puppet Theatre – Claptone, Peter Bjorn&John

Dünya bir tiyatro sahnesi.

Ve biz o sahnedeki ezilen oyuncularız.

Aristo, Poetica adlı eserinde tiyatronun insana kendisini dışarıdan gösterdiği için arzulardan arınmasını sağladığını söyler. Tutkulardan, kötülüklerden, düşmanlıktan, egodan, hasetten kaçınabilir insan; sahnedeki örnekleri gördükçe iyiliği idrak edebilir.

İnsanı insana insanla insanca anlatma sanatı der tiyatro için Turgut Özakman.

Ders verebilir tiyatro sanatı. Bu anlayışa göre yazar-yönetmen-oyuncu birlikte hareket ederek seyirciye bir fikir, bir durum veya bir vaka sunar. Seyircinin rolü sadece kendisine sunulan oyunu seyretmektir. Oyuna dahil değildir. Sanat hazzını alır, beğenir beğenmez fikrini isterse dilerse paylaşır.

Augusto Baul 1950'lerde başladığı tiyatro yaşamında halkın isteklerinin ve ihtiyaçlarının göz önünde bulundurulması gerektiğini düşünen; daha adil, daha özgür ve daha demokratik bir toplumun inşası için tiyatroyu bir araç olarak kullanmış Portekizli bir tiyatro uyarlayıcısı, drama teorisyeni ve siyasi bir aktivistti.

Ezilenlerin Tiyatrosu'nu Brezilyalı eleştirel pedagog ve eğitmen Paulo Freire tarafından 1968'de yazılan 'Ezilenlerin Pedagojisi' kitabından uyarladı. Bu kitabın yazarı Paulo Freire Büyük Buhran ve 2. Dünya Savaşı'nı yaşamış, büyük açlık ve sefalet çekmiş; kendini eğitime adamış ve eleştirel bakış açısını pedagojik açıdan geliştirip etkili kuramcılardan biri olmuştur.

Paulo Freire öğretisi şuydu:

''Her gün dünyaya açık ol, düşünmeye hazır ol; söyleneni sadece söylendiği için kabul etmeye hazır olma, okuduğunu yeniden okumaya eğilimli ol.

Her gün sorgula, SOR ve KUŞKU DUY.''

Sorgu ve kuşkuyu dahil etmek…

Dünyaya açık olmak ve bu kuşkuculuğu tiyatroya dahil etmek…

İşte bu Portekizli tiyatro uyarlayıcısı Augusto Baul'un aklına geldi.

Ezilenlerin Tiyatrosu seyircinin 'düşünme ve eylemde bulunma' etkinliğini sahne üzerindeki oyuncuya 'devreden' edilgen rolü olmasına itiraz etti ve tiyatroyu bu hareketiyle farklı kıldı. Baul seyircileri seyirci-oyuncu olmaya kışkırtan; sorulara yanıtlar, sorunlara çözümler bulmaya ve bulduklarını sahne üzerinde eylem halinde göstermelerini teşvik eden bir yöntem geliştirdi. Artık Tiyatronun seyircisi değil 'seyircinin tiyatrosu' ydu Boal'un savunduğu. Tüm klasik tiyatro kavramlarını ve kalıplarını yıkıyordu.

Yoksulları ve ayrımcılığa uğrayanları ayağa kalkmaya ve dönüştürmeye yönlendirmeyi amaçlayan, bireyin onu toplumdan ayıran ezilmişlikleriyle ilgilenen bu tiyatro anlayışı günümüzde birçok 'psikodrama' uygulayıcısının da yararlandığı bir yaklaşım oldu. Eğitimcilerin de sıklıkla başvurduğu bir eğitim metodu.

Ezilenlerin Tiyatrosu'nda benimsenen üç farklı çalışma yöntemi var. İlki; seyirci-oyuncular bir sorunu ele alır ve çözümünü sahnede oynarlar. Sahnede gösterilen çözüm beğenilir veya çürütülür. Günümüzde bu tekniği işe alımlarda, yönetici havuzu oluştururken, çocukların ve yetişkinlerin kişisel gelişim eğitimlerinde oldukça sık kullanıyoruz.

İkincisinde sahne kamusal bir mekan olur. Amaç sokaktaki halkı interaktif olarak tiyatronun içine sokmaktır. Bir toplumsal sorun üzerine değişen koşullara uygun dinamik bir senaryo gerektirir. Oyuncular, seyirci-oyuncuları inandırmak ve kurgusal kökeninden habersiz oldukları bir oyuna çekebilmek için rollerini yaşayarak oynarlar. Bu da televizyon kanallarında rastladığımız oldukça sık yapılan kamera şakalarının yapımcıları tarafından izlenilen yöntemlerden biridir aslında.

Üçüncüsü ise imge tiyatrosudur. Bir kavramı örneğin güven duygusunu bir imge haline getirmeye çalışırsınız. Ama konuşarak değil vücudunuzu kullanarak. Sözün yerini insan bedeni alır. Duygu, düşünce ve ilişkileri insan vücudundan yarattıkları heykellerle imgelere dönüştürerek iletişim kurulur. Burada seyirci-oyuncunun görevi bir heykeltıraşla aynıdır.

Doksanlı yıllarda İstanbul'da öğrenciyken Devlet Tiyatrolarında sahnelenen oyunları hiç kaçırmazdık. Sinemasever bir kuşaktık evet ama tiyatrodan asla mahrum etmedik kendimizi. Sinemaya göre daha ekonomikti. Üstelik öğrenciyken o şıklığı, adabı yaşamak başka bir tecrübeydi. Oyuncuya yakın olmayı, nefesini hissetmeyi, göğsünün inip çıkmasını, sahnedeki parkelerin gıcırtısını, kırmızı kadife perdelerini, tiyatronun sanki naftaline benzeyen kendine has kokusunu.

Oğlumu küçükken çarşı içindeki çocuk tiyatrosuna da iyi ki götürmüşüm. Şimdiki nesil tiyatronun sadece 'stand-up show' olduğunu sanıyor. En azından 'ben gerçek bir tiyatro sahnesi gördüm' diyebilecek hatıralarının derinliklerine indiğinde.

Hayat damarlarımızdan biri daha kopmuş düşününce eski günlerimizi.

Bugün Dünya Tiyatro Günü ve biz Türkiye sahnesindeyiz.

Hangi oyun oynuyor sormuyoruz.

Sorgulamıyoruz seyirci olarak bu oyunu sevip sevmediğimizi.

Kuşku bile duymuyoruz oynanan oyunun geleceğin karanlık bir provası olabileceğini?

Oyun bitti perde kapandı tiyatrolarda pandemiden, ilgisizlikten, meteliksizlikten, sahipsizlikten.

Ezilenlerin Tiyatrosu'nda açılır perde bir bakarsın yeniden

Ve bakarsın seyirciler oluverir oyuncu- senden, benden, bizden

Ve İnsanı insana insanla İNSANCA anlatıverir içinden, kalbinden, cennetinden…