Eğer yaşasaydı 86 yaşında olacaktı

Bülent Ecevit, 25 Mayıs 1925'te doğmuş…
1960 sonrasının çalkantılı döneminde İnönü tarafından çalışma bakanlığına getirilmiş…
O, siyasi yaşamı boyunca karşılaştığı birçok büyük sıkıntıyı başarıyla atlatmış olsa da, 1980 darbesinde başına gelenlerden bile büyüğünü Başbakan olduğu 1999-2002 arasında yaşadı…
Türkiye için felaket planlaması yapanların, önce onu yok etmeleri gerekiyordu çünkü…
Başardılar da…
****
Büyük devlet adamı Ecevit'i 86. doğum gününde anarken, onun için yazılan şu şiiri sizinle paylaşmak istedim…
Lütfen sabırla sonuna kadar okuyunuz. Çünkü bu şiir Rahmetli Ecevit'in yarım asır süren politik yolculuğunun bir özeti gibi…
YOKSA O MUYDU
AK GÜVERCİNİN GETİRDİĞİ ZEYTİN YAPRAĞI
Yıl 1960'ların başıydı
On yıl süren 'karşı devrim' tufanının ardından
Henüz otuzlarında bir Karaoğlan
-Bir umut, bir fidan-
Yeşermişti Anadolu'nun umutsuz toprağında
İşi zor mu zordu
Çünkü Anadolu,
halkı ve toprağı sömüren ayrık otlarıyla dolu
Çünkü halk, topraksız, umutsuz ve açtı
Üstelik o toprak
Üstünde yaşayan insandan farksız
Yorgun, çorak ve kıraçtı
Yaşamın simgesi zeytin yaprağı gibi
Ak güvercinin gagasında gelip düştüğünde toprağa
Toprak Anadolu insanı
Anadolu insanı topraktı
İkisi de susuz, ikisi de kavruk
İkisinin de sol yanı
Umuda susamış, sevgiye açtı
Halkı mıydı onu toprağa diken
Yoksa ak güvercin mi,
-Ya tanrısal bir buyruğa uyarak,
ya da yoksulluğu kader sanan bu halka acıyarak-
Ekmişti onu Anadolu'nun kıraç toprağına, bilinmez
Yuvalandı toprağa zeytin yaprağı
'Bu toprak benim' dercesine
Ve kökleriyle sarıldı toprağa, indi derine
Toprağı ekmek gibi, su gibi severcesine
Ve sonra
Fırladı çıktı topraktan,
Ete kemiğe bürünerek
Ve halkına, karayağız bir delikanlı olarak görünerek
Baş kaldırdı
Sesinin çıktığı kadar
Emek diye, hak diye, halkım diye haykırdı
Biliyordu
Bu topraklar insanı insana ezdirirdi
Ve bu topraklarda köklenmiş ayrık otları
Toprağı taşa çevirir
İnsanı canından bezdirirdi.
Ama o, ak güvercinin ağzında gelen zeytin yaprağı
O, umudun simgesiydi
Duramazdı, çünkü o, ezilenlerin sesiydi
Gidebildiği kadar gidecekti
Ezene de, haksızlığa da, sömürene de
'Dur' diyecekti.
Biliyordu, işi zor mu zordu
Çünkü, Anadolu insanı açtı
Topraksa, ayrık otlarıyla dolu
Kıraç mı kıraçtı
Çıktı yola;
'Ne ezen, ne ezilen' diyerek
Ve 'bu toprak sizin' diye halkına seslenerek
Uyandırdı, inandırdı halkını
Dağlara taşlara 'Umudumuz Karaoğlan' diye yazıldı adı
Mavi gömleği ve şapkasıyla
-Ve de elini tutup, terini silen kadınıyla-
Esmer ve kavruk
Tüm çatlamış elleri topladı göğsünde,
Ezilmiş yürekleri yüreğinde
Nasıl ki zeytin fidanı
Kıraç toprakta bile saçarsa bereketini
O da yoksunluklar içinde,
İnsanı insana ekleyerek
Ve onları, umut ve sevgiyle besleyerek
Sundu halkına, terini, emeğini, yüreğini
Ne yıllardı bin dokuz yüz yetmişler!
Ter içinde sırılsıklam
Mavi gömlek, köylü şapka, esmer insan
On binler, yüz binler, gülen yüzler…
Ezilmeye dur diyenler…
İnsanca ve hakça bir düzeni özleyenler……
Zeytine döndüğünde zeytin fidanı
Nasıl ki mutluluktan uçuşursa yaprakları
İşte halk, öylesine mavi bir coşkuyla kaynıyordu
Ve o mavi gömlek, köylü şapka, esmer yüz
Gökleri yırtan sesiyle
'Yarınlar bizim' diye haykırıyordu
İnsan denizi üzerindeki o mavi bayrak
'Toprak işleyenin, su kullananın' diye
Gökleri yırtarak
Ak Günler Bizim' diye muştuluyordu…
Anadolu'nun kara zeytiniyle Karaoğlan'ın Anadolu'su
El ele, kol kola
Emeğin kutsal ortaklığında
birleştirdiler dallarını, kollarını,
yaşamlarını, yollarını…
Ezilensiz bir düzen sanki şuracıktaydı
Tam da halk anlar olmuştu
Ne olup bittiğini
Kimlerin sömürdüğünü emeklerini
Derken…
Gökte bir yıldız kaydı
Kaşlar indi, yüzler karardı
O güzel düş karanlıklara bıraktı yerini
Umutlar yıkıldı, bakışlar söndü
Doğmakta olan güneş, sanki geri döndü…
Aldılar, karanlığa koydular, ak güvercinin ağzında gelip
Yaşamı muştulayan umudu
- Zeytin ağacının dalı kırıldı, canı yandı
dünyalar başına yıkıldı sandı –
Onun yeri artık- ne yazık- duvarlar arkasıydı
Anadolu'nun her köşesinden duyulan ağıt sesleri
Karaoğlan'a yapılanlara başkaldırının
umudun, emeğin ve halkın yasıydı
Haksızlığa tutsak edildiği karanlıklardan direndi;
Halkına; 'Bekleyin, ama çoğalın…Aranıza yeni halkalar ekleyin' dedi…
Gün geldi,
Dört duvar arasında daktilosuyla haksızlıklara direnerek
Gün geldi,
Kendisini görmeye gelen dostlarından yüreklenerek,
Kaldırdı elini havaya
Dili sustu, daktilosu susmadı.
Doksanlarda, Anka Kuşu örneği
Umutlarından doğdu 'umutların insanı'
Ama durum berbattı
Ülkeyi parça parça satanlar
Liboşlar, şeriatçılar
Vurguncular hortumcular talanlar
Cumhuriyeti numaralayanlar
Bölücüler, satılmışlar…
yalanlar, yalanlar…
Ve umut diye yeniden ona sarılanlar

****
Yıl bin dokuz yüz doksan dokuz
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde yemin töreni
Bir ucube kılıklı kadın
'Genel Kurul' salonuna girmekte adım adım
Laik Cumhuriyet'e kafa tutarcasına
hem de koruması altında o laik Cumhuriyetin
Ve birden,
Bir yay gibi
Kendisinden hiç beklenmeyen bir sıçrayışla
O, ak güvercinin getirdiği zeytin yaprağı
O, zeytin yaprağının ete kemiğe bürünmüş hali
O, 70'lerdeki karayağız delikanlı,
O, 90'larin Anka Kuşu, Karaoğlan'ı
Bir fırladı ki yerinden,
Görmeliydiniz
'Burası devlete meydan okunacak yer değildir' diye haykırdığında
-tüyleriniz diken diken, yüreğiniz yağ bağlayarak-
İşte gerçek 'Tufan' bu sanırdınız
Geçici de olsa içiniz huzur dolar
Cumhuriyete bir şey olmaz diye inanırdınız.
****
Bu halk mıydı, bu kıraç topraklarda onu yeşerten
Yoksa çok sevdiği ak güvercin mi
-ya tanrısal bir buyruğa uyarak
ya da yoksulluğu kader sanan bu halka acıyarak-
Umut diye, sevgi diye
ekmişti onu Anadolu'nun kıraç toprağına,
Bilinmez.

****

O, ölümsüz bir zeytin ağacı şimdi
Üzerine ak güvercinlerin konup kalktığı