Ölümün olduğu bir dünyada hiçbir şey ölüm kadar ciddi ve dikkate değer olmasa da… Nihai zaferin sahibi şaşmaz şekilde hep ölüm olsa da…
Önceliğimiz onu anlamak ve anlatmak olmuyor yaşadığımız dünyada...
Belki yaşadığımız coğrafyada kaderimiz çok keskin/acılı çizildiğinden, ölüm her an her dakika aramızda kol gezdiğinden hayata/ana dair konuşmak ve yazmak bizi nispeten rahatlattığından… Belki kaçtığımızdan, derinlerde yatan o ölümlülük korkusunu unutarak aşmak istediğimizden. Mutlaka, daha yüzlerce derin/karmaşık nedenden…
Karşı duramıyorum kaçışlara bu aralar.
Bu aralar kaçamayacak kadar ölümle iç içeyim çünkü. Biri bitmeden öncekine karışmış bir başka yasla, daha fenası ertelenmiş/ötelenmiş yaslarla hemhalım…
Eski Türklerde yuğ törenlerinde ölenin maceralarını hikaye edip anlatan yuğcılar gibiyim.
Hem kayıplarım, hem de kendimi ölümü yazmaktan alıkoyamadığım için. Ölüm, başka her şeyi üzücü kıldığı için… Çok üzgünüm.
Ülkeyi, en çok da kadınları ayağa kaldıran…
Ki, o ayağa kalkma/yüksek sesli itirazlar sayesinde geri çekilip (şimdilik) raflardan indirilen o tasarının tartışıldığı saatlerde… Biz annemizi toprağa veriyorduk.
15'inde nişanlanmış, 16'sında evlenmiş, 17'sinde ilk çocuğunu kucağına almış Yüksel Anne'yi, eşimin annesini…
14 yıl önce kaybettiğimiz, dünyanın en beyefendi/şefkatli/kadirşinas insanlarından babamız Halit Soyoğul'un yanı başına defnederken, gözyaşlarımız biraz da tüm kayıplarımız içindi sanırım.
Göğsüme dizilmiş ağabey, anne, hala, dostlar ve arkadaşlar, sıralı bütün mezar taşlarına… İçimdeki tüm ölüm ilanlarına…
'Her an ölümü tamamen farkında olarak yaşamak hiç kolay değildir. Bu güneşe dosdoğru bakmaya benzer: fazla dayanamazsınız. Hayatımızı korkudan donmuş bir şekilde geçiremeyeceğimiz için ölüm korkusunu yumuşatacak yöntemler üretiriz. Çocuklarımız aracılığıyla kendimizi geleceğe yansıtırız; zenginleşir ünlü olur, hayatta her zamankinden daha fazla yer kaplarız; saplantılı, koruyucu ritüeller geliştiririz...' diyor psikiyatrist yazar Irvin D. Yalom 'Güneşe Bakmak Ölümle Yüzleşmek' kitabında.
Ben de 'yazarak' altından kalkmaya çalışıyorumdur belki, bu korkunun, bu üzüntünün.
Bir de… Öleni anlatarak, yaşamlarımıza gerçekten çok ışık katmış, bizi zenginleştirmiş, sayısız dokunuşlarla hayatımızı güzelleştirip kolaylaştırmış insanlara vefa borcumun hiç değilse birazını ödemeye çalışmak için sanırım…
İtiraf etmesek, etmekten kaçınsak da zihnimizin gizli yarıklarında dolaşıp duran en büyük korkumuz ölümle ne zaman gerçekten karşılaşıyoruz; ancak o zaman ölümün başkaları için değil, bizim için de gerçek olduğunu anlıyoruz. Ve bütün o ölüm töreni ritüellerinin, aslında ne kadar önemli/sağaltıcı olduğunu da… Bütün o kadim geleneklerde yatanın, o ilk şokta insana nasıl iyi geldiğini… Hiç anlamadığın dilde hep bir ağızdan tekrarlanan duaların, ilahilerin içini tevekkülle doldurduğunu, karılan helvaların, gönderilen yemeklerin sana 'yalnız değilsin, seni düşünenler, hala koruyup kollayanlar var' dediğini… Evi 7 gün boyunca dolduran, ölene rahmet, sana, çocuklarına, sevdiklerine sağlık/ömür dileyenlerin ölüm acısı kadar korkuyu da azalttığını… Sonralarda idrak ediyorsun… Omzuna dokunan, sırtını sıvazlayan ellerin sıcaklığının aslında kalbine de ulaştığını…
Yüksel Annem, tıpkı benim annem, teyzelerim, halam, ondan öncesi anneannem, babaannem gibi... Bizim kuşağın pek çoğunun annesi/halası/teyzesi gibi çok erken evlenenlerindendi.
Ne 15 yaşındaki nişan fotoğrafındaki maşalı saçları/koyu ruju/gözlerinin sürmesi… Ne de 16'sındaki gelinliği/makyajı salkıyabiliyordu o çocukluğu… Sonrasında eşarp bile büyütememişti çocuksuluğunu…
Adını hep esefle anacağım bir devlet büyüğü şahsın dediği gibi Yüksel Annem, pek çoğumuzun annesi gibi 'yüzyıllardır bu topraklarda var olan kültürün/geleneğin' sonucu, çocuk denebilecek yaşta evlenip çocuklarıyla birlikte büyümüşlerdi.
Kadının baş tacı edildiği Çerkez aileye gelin gelen, 21'inde dünya güzeli 3 evladın anası olan, saygı ve sevgi gördüğü büyük ailede, karısının üzerine titreyen, ona kendisini kraliçe gibi hissettiren bir eş, bu gelenekte Yüksel Anne gibi kaç kişiye nasip olmuştur ki?
Ki, bu mutluluk tablosuna… Eşinin dünya iyisi, adam gibi bir adam olmasına… Pırlanta gibi hayırlı iki oğul, bir kız evlada… Hacı Anne gibi derviş bir kayınvalideye… Hafız Hala gibi merhametli bir görümceye…
Gerçekten çok sevdiği bir aileye sahip olduğu için her zaman şükretmiş bir kadın olmasına rağmen…
Okutulmamış, erkenden evlendirilmiş, çocuklarıyla büyümüş bir kadın olmanın acısıydı sanırım, 'latife şalı'na sarmalanmış, gülerek rahmetli kocasına bakıp arada söylediği şu sözler:
'Dünyaya bir daha gelirsem, seni alacağım. Ama bu kez ben erkek olacağım, sen kadın! Kadınların ne çektiğini anlarsınız o zaman…'
Hem kendi annem, hem eşimin annesi, sık sık 'okusalardı ne yaman olurlardı kimbilir' diye düşündüğüm... Hem çok akıllı, hem yüksek sezgili, hem cabbar, hem fedakar kadınlardı…
Ne ki, kız çocuk doğar doğmaz beşiklerinin yanına konulan çeyiz sandıklarıyla, sadece 'kocaya eş, evlada anne olsun' geleneklerinin kurbanlarıydılar da aynı zamanda. O zamanın ruhuyla büyütülmüş, daha doğrusu büyütülmeden 'koca' evlerine uğurlanmış, okumak, kendi parasını kazanma özgürlüğü (ve daha kimbilir hangi duyguları/özlemleri) içlerinde uhde kalmış kadınlardı onlar…
'Zamanın ruhu' onların kaderini çizdi.
Eğer yaşasalardı, geleneğin yasal kılıflara sokulup kanunlaştırılmasına, adaletsiz cinsiyet ayrımcılığının daha da ağırlaştırılmasına… Kız çocuklarının 'rızasıyla' erkenden evlendirilmelerine, 'Zamanın ruhu bu değil artık. Çekin ellerinizi kızlarımızın üzerinden' diye isyan ederler, karşı çıkarlardı tıpkı diğer hemcinsleri gibi.
Kayınvalidem Yüksel annem, 'önerinin en ateşli savunucusu' Adalet Bakanı'na şöyle derdi belki de muzip gülümseyişini ekleyerek:
'Dünyaya bir dahaki sefer kadın olarak gel ve 'rızanla', küçücükken evlendirsinler seni inşallah…'
Yaşayan tüm annelere uzun, sağlıklı bir ömür…. Annem, Yüksel Annem ve tüm yitirilmiş annelere rahmet… Anne babasını kaybetmiş, bir daha kimselerin çocuğu olamayacağını bilmenin yangınıyla büyüyen tüm evlatlara sabır dilemek…
Telefonla, sosyal medya mesajlarıyla, çiçekleriyle ya da bizzat cenazeye gelerek varlıklarıyla yanımızda olduğunu hissettiren, acımızı paylaşan herkese, tüm kalbimle eşim ve kendi adıma binlerce teşekkür etmek… Elimden gelen bu.