Çanlar kimin için çalıyor?

Bölünmüş kamuoyumuzda, şu sıra yaşanan olağanüstü gelişmeler, tamamen farklı şekilde yorumlanıyor. Halep’in Şeriatçı terör örgütü tarafından ele geçirilmesi sonucunda iktidara yakın kamuoyu, bunu Misak-ı Milli sınırlarına kavuşmak olarak görürken, muhalif kamuoyu ise, sınırlarımızda tehlikeli bir oluşum olarak algıladı aynı olayı.

Bu karmaşık gelişmelerin, şüphesiz ki, uzmanlık gerektiren boyutları var. Ama görünen üzerinden de bazı yorumlar yapmak da pekâlâ mümkün.

Adı zaman zaman değişse de burada söz konusu olan Şeriatçı örgütü, muhalif güçler olarak tanımlamak, gerçekçi bir yaklaşım değildir. Çünkü bu silahlı örgütün militanları arasında Suriyeli olanlar oldukça sınırlı kalmaktadır. Uzmanların verdiği bilgilere, HTŞ olarak anılan şeriatçı örgütün militanlarının büyük çoğunluğu Orta Asya’daki İslamcı örgütlerden katılım sağlamıştır.

Ayrıca uluslararası kamuoyunda, bu örgüte her türlü desteği Türkiye’nin sağladığı yönünde güçlü bir kanaat bulunmaktadır. Nitekim iktidar yanlısı medyanın Halep’in bu örgüt tarafından ele geçirilmesine şapka çıkarması da bu yöndeki kanaati desteklemektedir.

Suriye’deki bazı şehirleri Misak-ı Milli içinde görmek ve daha da ileri gidip, “Bunlar Osmanlı şehirleriydi...” demek, tarihsel koşullar ve uluslararası ilişkiler içinde gerçekçi bir yaklaşım olmaz. Ona bakarsanız Balkanlar da, Yunan Adaları da Osmanlı sınırları içinde idi. Ayrıca Türkiye, Kurtuluş Savaşı sonucunda oluşturduğu vatan içinde bile huzurlu bir toplum olarak yaşamakta zorlanmaktadır.

Bunun kuruluş aşmasına ilişkin gerekçeleri olduğu gibi, uzun zamandır izlenen yanlış politikaların da etkisi bulunmaktadır.

Bunca yıldır sürdürülen yanlış politikalardan bir anda çark edip, şimdi “Öcalan devreye girsin” aşamasına gelmek, Türkiye’nin elinin ne kadar zayıfladığını göstermektedir. Öcalan, Cumhur İttifakı ile uzlaşmaya yanaşabilir, daha önce de bu yönde destek açıklamıştı, ama bu, Türkiye açısından istenen sonuçları verecek anlamına gelmez.

Yani, Öcalan veya herhangi bir gücün, bugün artık devletleşme aşamasını tamamlama sürecindeki silahlı güçlere (PKK; PYD vs), silahları bırakın deme şansı yoktur. Yüz bini aşkın silahlı eleman, ağır silahlar, uçaklar ve tanklara sahip, daha da önemlisi, ABD ve birçok AB ülkesinin desteğini alan PKK’nın silah bırakmasını beklemek olanaksızdır.

Öcalan ve PKK’dan talep edilecek şey giderek, Türkiye’ye yönelik, silahlı eylemleri durdurması olabilir belki. Yani Türkiye sınırları içindeki PKK’lılara mesaj olabilir.

Güney sınırımızda yaşanan savaş, eskisi gibi ulus devletler ve orduları arasında süren bir çatışma değil. Hepimizin de yakından gördüğü gibi, ABD, İsrail, Rusya ve hatta İran bile burada vekâlet savaşı vermektedir.

ABD, “Askerimizi çekeceğiz” derken, barış mesajı vermiyor. Birleşmiş Milletler ve tek tek birçok ülkenin, terör örgütü listesinde olan örgütlerle bu savaşı sürdürmeyi kastediyor. Nitekim de İsrail hariç ama Türkiye dahil, doğrudan kendi ordusunun fiilen savaşmadan, savaşın içinde olduğu bir ortam söz konusu.

BM, AB ve Türkiye’nin terör örgütü listesinde yer alan HTŞ veya Nusra silahlı örgütü, nasıl oluyor da, Halep’i, ele geçirebilecek sayıdaki, on bini aşkın silahlı gücünü, hemen TSK dibinde barındırabiliyor?

Hem PKK/PYD hem de HTŞ/Nusra gibi örgütler, bunca silahı, eğitimi, militanlarına maaş bağlamayı nasıl başarıyor? Devletler işin içinde olmadan bunu olanaklı görmek, saflık ötesi bir algı olur.

Güneyimizde sınırların yeniden çizileceği gerçeği, uzun zamandır bilinen bir gerçekti. Daha önce Büyük Ortadoğu Projesi olarak başlayan bu gelişmeler, güç dengelerine göre değişebilir. Ancak çok etnili ve çok mezhepli bu coğrafyada, emperyalist güçlerin çıkarlarına göre yeniden çizilecek sınırların, huzurlu bir bölge oluşturması imkansız.

Diplomasi yerine savaşa, diyalog yerine teröre yapılan yatırımlar, bu bölgeyi uzun dönem savaş ve terör bölgesi yapısını besleyecektir. Herhangi bir bölge ülkesinin, bundan kazançlı çıkması ihtimal dışıdır. Buna yeni kurulacak devletler de dahil.