Bu millet görmeden sevdalandı Atatürk'e!

Bugün Pazar…

Hiç bitmeyen sevgi ve saygıyla...

Atatürk'ü bu köşede anma ve hatırlama günü...

Bir kez daha...

Az bilinen ama…

Müthiş duygulandıran…

Atatürk Çiftliği’nde geçen iki öyküyü paylaşalım...

Bunu yaparken de...

O anıları kaleme alıp, bugünlere taşıyanlara…

Selamımızı esirgemeyelim…

***

Cumhuriyet'in ilk yıllarıydı…

Türk Milleti…

Büyük kurtarıcısına şükran borçluydu…

Ancak…

Hala Gazi Mustafa Kemal Paşa'yı…

Hiç görmeyen yüz binler vardı…

Atatürk sevdası ile yaşıyorlardı…

Onlardan ikisinin…

Milletin Ata’sı ile nasıl tanıştıklarını…

Tanışınca da ortaya nasıl ibretlik öyküler çıktığını…

Öğrenmek ister misiniz?

Başlıyoruz…

***

Atatürk, Gazi Çiftliği'ni gezerken, yaşlı bir kadına rastlar…

Attan inerek kadının yanına sokulur…

''Merhaba nine…”

Kadın, Ata'nın yüzüne bakarak hafif bir sesle;

'Merhaba…' der…

Devam eder Atatürk:

“Nereden gelip nereye gidiyorsun?”

Kadın şöyle bir duralayıp, cevap verir:

“Neden sordun ki? Buraların sahibi misin, yoksa bekçisi mi?”

Paşa gülümser:

“Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine… Bu topraklar Türk milletinin malıdır… Buranın bekçisi de; Türk milletinin kendisidir… Şimdi nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin?”

Kadın başını sallayarak;

''Tabii söyleyeceğim, ben Sincan'ın köylerindenim bey, otun güç bittiği, atın geç yetiştiği kavruk köylerinden birindeyim… Bizim muhtar bana bilet aldı trene bindirdi, Angara'ya geldim…”

 Gazi Paşa, sormaya devam etti:

 “Muhtar niçin Ankara'ya gönderdi seni?”

 Köylü kadının gözleri nemlenmişti; saklamadı devam etti:

 “Gazi Paşamızı görmem için… Başını pek ağrıttım da... Benim iki oğlum gavur harbinde şehit düştü… Memleketi gavurdan kurtaran kişiyi bir kez görmeden ölmeyeyim diye hep dua ettim durdum… Rüyalarıma girdi Gazi Paşa… Muhtara anlatınca, o da bana bilet alıverip saldı Angara’ya… Geceleyin geldimdi… Yolu neyi de bilemediğimden işte akşamdan beri böyle kendimi oradan oraya vurup duruyorum bey…”

Gazi Paşa, sormaya devam etti:

“Senin Gazi Paşa'dan başka bir isteğin var mı?”

Kadının birden yüzü sertleşti;

''Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki... O vatanımızı düşmandan kurtardı… Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan? Gavur dölünün köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa yüzünü görmek, ona sağol paşam demek için düştüm... Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek… Sen efendi bir adama benziyorsun… Bana bir yardım ediver de Gazi Paşa'yı bulacağım yeri deyiver…”

***

Atatürk'ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden belliydi… O sırada, yaver attan iner… Yaşlı kadının elini tutar, “Anacığım…” der, “Sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar koşturan Gazi Paşa yani Atatürk işte karşında duruyor…”

Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döner…

Elindeki değneği yere fırlatıp, Atatürk'ün ellerine sarılır…

İki Türk insanı, biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul gibi…

Sarmaş dolaş ağlaşırlar…

Yaşlı kadın defalarca öper Atası’nın ellerini…

Gazi Mustafa Kemal Paşa da onun ellerini öper…

Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarır…

Daha doğrusu beze sarılmış bir kalıp köy peyniri…

Atatürk'e uzatır:

“Tek ineğimin sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana hediye getirdim… Seversen gene yapıp getiririm…”

 Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yemeye başlar…

Çok beğendiğini söyler ardından yaverine şu emri verir:

“Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin...

Sonra köyüne götürün...

Giderken de kendisine benim bütçemden üç inek verin armağanım olsun…”

***

Bitirmiyoruz; tarlada geçen yaşanmış bir öykü daha…

Yine Cumhuriyet'in ilk yılları…

Bekçiler…

Bir köylünün, Atatürk'ün Orman Çiftliği’ndeki bir tarlayı…

Kendi tarlasıymış gibi sürdüğünü gördüler…

Uyardılar ama dinletemediler…

Baktılar işin içinden çıkamayacaklar…

Olan, biteni Atatürk'e anlatırlar…

Atatürk, tarlaya gider…

Yavaş yavaş köylüye doğru yürür ve sorar:

“Burada ne yapıyorsun?”

Köylü sakin bir sesle cevap verir:

Tarlayı sürüyorum…”

 Atatürk dayanamaz:

 “İyi ama bu tarla senin midir?”

 Köylü yine sakin bir ses tonuyla devam eder:

“Değildir; Atatürk’ündür!”

Köylü bu cevapları vermekle suçu kabul etmiş oluyordu... Atatürk, kendi toprağına tecavüz edildiği için değil, haksızlık yapıldığı için sertlendi ve sordu:

'İyi ama sen başkasına ait bir toprağın ona sorulmadan ve izin alınmadan sürülüp ekilemeyeceğini bilmiyor musun?'

Köylü hiç telaş etmeden, aynı sükunetle karşılık verir:

''Biliyorum, fakat benim bu tarlayı sürüp ekmeye hakkım vardır!'

Atatürk'ün kaşları çatılır, büyük bir merak ve hayretle ona sorar:

'Bu hakkı nereden alıyorsun?'

Köylü, 'Çok basit…' der ve ekler:

'Atatürk bizim babamız değil midir? İnsan babasının tarlasını sürüp ekerse kabahat mi işlemiş olur?'

Atatürk'ün yüzünde takdir ve sevgi duygularının en coşkununu anlatan engin bir gülümseme olur; köylünün sırtını okşar ve…

'Haklısın!..' diyerek uzaklaşır…

***

Bitiriyoruz…

Atatürk, milletiyle çok yakından ilgilendirirdi…

Vatandaşla konuşmayı ve konuşturmayı severdi…

Özellikle de…

“Köyle milletin efendisidir!”

Özlü sözünün gölgesinde…

Toprakla uğraşan köylüleri taçlandırmaya…

Aramızdan ayrılıncaya kadar sürdürdü…

Ve…

Şu özlü sözü bu ülkede neredeyse herkese ezberletti:

“Köylü milletin efendisidir…”

Nokta…

Sonsöz: “Türk köylüsünü (efendi) yerine getirmedikçe memleket ve millet yükselemez... Memleketimiz, şu iki şeyin memleketidir: Biri çiftçi, diğeri asker. Biz çok iyi çiftçi ve çok iyi asker yetiştiren bir milletiz... İyi çiftçi yetiştirdik; çünkü topraklarımız çoktur… / Gazi Mustafa Kemal Atatürk…”