Bugün 30 Ağustos…
Eşi benzeri olmayan bir destanın…
Dumlupınar'da…
Mustafa Kemal'in başkomutanlığında…
Zaferle sonuçlanan…
'Büyük Taarruz'un 96'ıncı yıldönümü…
Kutlu olsun…
***
Unutmayalım… Unutturmayalım…
Temennisi ile…
Milli Gurur Şairimiz Nazım Hikmet'in…
'Epik Destan Şiir' tadında kaleme aldığı…
Kurtuluş Savaşı'nın öyküsünü…
Tam üç hapishanede tamamladığını…
Pek az kimse bilir…
***
Nazım Hikmet Ran…
'Kuvayi Milliye Destanı'nın ilk satırlarını…
Darbecilik suçlamasıyla 28 yıla mahkum olduktan sonra…
Cezaevinde bir arkadaşının getirdiği 'Nutuk'u…
Bi'solukta okuyup bitirdikten sonra…
1939'da İstanbul Tevkifhanesi'nde yazmaya başladı…
1940'da gönderildiği…
Çankırı Hapishanesi'nde devam etti…
Büyük esere son noktayı…
1941'de Bursa Cezaevi'nde koydu…
O tarihlerde…
Türk Ceza Kanunu'nun 141 ve 142'nci maddeleri…
O destanı yayınlamayı ve okumayı suç sayıyordu…
Bu nedenle…
Başyapıt yıllarca yasaklandı…
Türkiye'de ilk kez 1965 yılında…
'Kurtuluş Savaşı Destanı' adı ile yayınlandı…
Ama sadece bir bölümü…
Daha sonra…
Aynı adla 1968, 1973 ve 1975'te de basıldı…
Ve ne hazindir ki…
2012 yılına kadar bu ülkede…
Devlet Baba'nın…
'Yasaklı Eserler' listesinde yer aldı…
***
Eserin yüceliği ile ilgili tek örnek vereceğim…
Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü…
Destan'ı okuduktan sonra şöyle demişti:
'Anadolu Savaşı'nı Nazım, bu destanla bir kez daha kazandı…'
***
Kuvayı Milliye…
'Milli Kuvvetler' demektir…
'Vatanım, ha ekmeğini yemişim, ha uğrunda kurşun' diyebilen…
Bütün bu vatan evlatlarını bir araya getiren…
'Kuvayı Milliye Ruhu'dur…
Bu ruh içten gelen bir istekle…
Bu ülkenin bağımsızlığı için…
Her türlü imkansızlık içinde canlarını ortaya koyarak…
Mücadele etmektir...
Millî Mücadele bu ruhla verilmiş, İstiklal Harbi bu ruhla kazanılmıştır…
***
Nazım Hikmet'in 'Kuvayı Milliye Destanı'…
Sekiz bölümden oluşuyor…
Tüyleri ürperten bir kısmı şöyle…
***
Ve ayın altında kağnılar
yürüyordu Akşehir üstünden Afyon'a doğru.
«6 Ağustos emri» verilmiştir.
Birinci ve İkinci ordular, kıt'aları, kağnıları, süvari alaylarıyla
yer değiştiriyordu, yer değiştirecek.
98956 tüfek,
325 top,
5 tayyare,
2800 küsur mitralyöz,
2500 küsur kılıç
ve 186326 tane pırıl pırıl insan yüreği
ve bunun iki misli kulak, kol, ayak ve göz
kımıldanıyordu gecenin içinde.
Gecenin içinde toprak.
Gecenin içinde rüzgar.
Hatıralara bağlı, hatıraların dışında,
gecenin içinde:
insanlar, aletler ve hayvanlar,
demirleri, tahtaları ve etleriyle birbirine sokulup,
korkunç
ve sessiz emniyetlerini
birbirlerine sokulmakta bulup,
kocaman, yorgun ayakları,
topraklı elleriyle yürüyorlardı. (…)
Saat 2.30 (…)
Dağlarda tek
tek
ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar: «Üç,» dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlayacaktı…
Saat 4.45.
Sandıklı civarı.
Köyler.
Sarkık, siyah bıyıklı süvari,
çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu.
Çukurova beygiri
kuyruğunu karanlığa vuruyordu :
dizkapaklarında kan,
kantarmasında köpük…
İkinci Süvari Fırkası'ndan Dördüncü Bölük,
atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor.
Geride, köylerde bir horoz öttü.
Ve sarkık, siyah bıyıklı süvari
ellerinin tersiyle yüzünü örttü.
Karşı dağlar ardında, düşman elinde kalan
bir başka horoz vardır:
baltaibik, sütbeyaz bir Denizli horozu.
Düşmanlar herhal onu çoktan kesip
çorbasını yapmışlardır (…)
Saat beşe beş var.
Dağlar aydınlanıyor.
Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.
Gün ağardı ağaracak.
Kokusu tütmeğe başladı :
Anadolu toprağı uyanıyor.
Ve bu anda, kalbi bir şahin gibi göklere salıp
ve pırıltılar görüp
ve çok uzak
çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak
bir müthiş ve mukaddes macerada,
ön safta, en ön sırada,
şahlanıp ölesi geliyordu insanın.
Topçu evvel mülazımı Hasan'ın
yaşı yirmi birdi.
Kumral başını gökyüzüne çevirdi,
kalktı ayağa.
Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.
Şimdi bir hamlede o kadar büyük,
öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki
bütün ömrünü ve hatırasını
ve yedi buçukluk bataryasını
ağlanacak kadar küçük buluyordu.
Yüzbaşı sordu:
– Saat kaç?
– Beş.
– Yarım saat sonra demek…
98956 tüfek
ve şoför Ahmet'in üç numrolu kamyonetinden
yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar,
bütün aletleriyle
ve vatan uğrunda,
yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle
Birinci ve İkinci ordular
baskına hazırdılar.
Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde,
beygirinin yanında duran
sarkık, siyah bıyıklı süvari
kısa çizmeleriyle atladı atına.
Nurettin Eşfak
baktı saatına:
– Beş otuz…
Ve başladı topçu ateşiyle
ve fecirle birlikte büyük taarruz…
Sonra.
Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.
Bunlar:
Karahisar güneyinde 50
ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.
Sonra.
Sonra, düşman ordusu kuvayi külliyesini ihata ettik
Aslıhanlar civarında
30 Ağustos'a kadar (…)
Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nurettin Eşfak'ın ayağı.
Nurettin dedi ki: «Teselyalı Çoban Mihail,»
Nurettin dedi ki: «Seni biz değil,
buraya gönderenler öldürdü seni…»
Sonra.
Sonra, 31 Ağustos günü
ordularımız İzmir'e doğru yürürken
serseri bir kurşunla vurulan
Deli Erzurumluydu.
Devrildi.
Kürek kemikleri altında toprağı duydu.
Baktı yukarı,
baktı karşıya.
Gözler hayretle yandılar:
önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları
her seferkinden kocamandılar.
Ve bu postallar daha bir hayli zaman
üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından
seyredip güneşli gökyüzünü
ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.
Sonra…
Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden
ve Deli Erzurumlu ölürken kederinden
yüzlerini toprağa döndüler…
Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı.
Kan içindeydi yüzü gözü.
Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.
Kaçanı kovalamıyordu yalnız
ulaşmak da istiyordu bir yerlere
ve sadece kahretmiyor
yaratıyordu da.
Ve kılıçların,
nalların,
ellerin
ve gözlerin pırıltısı
ardarda çakan aydınlık bir bütündü.
Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü
ve şu türküyü duydu:
«Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu davet bizim…
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim…»
Sonra.
Sonra, 9 Eylül'de İzmir'e girdik
ve Kayserili bir nefer
yanan şehrin kızıltısı içinden gelip
öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya,
Güneyden Kuzeye,
Doğudan Batıya,
Türk halkıyla beraber
seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz'i.
Ve biz de burada bitirdik destanımızı.
Biliyoruz ki layığınca olmadı bu kitap,
Türk halkı bağışlasın bizi,
onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
cahil,
hakim
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
kitabımızda yalnız onların maceraları vardır…'
Nazım Hikmet
***
Bitiriyoruz…
30 Ağustos sabahı…
Mustafa Kemal muharebe sahasında dolaşıyordu…
Etraf binlerce düşman cesedi…
Ve birbiri üstüne yığılmış topçu hayvanı…
Terk edilmiş silah, top ve cephane ile doluydu…
Atatürk şöyle dedi:
'Bu manzara insanlığı utandırabilir! Fakat meşru müdafamız için buna mecbur olduk… Türkler, başka milletlerin vatanında böyle bir harekete teşebbüs etmezler…'
Sonra…
Ganimetlerin arasında yırtılmış ve terk edilmiş…
Bir Yunan bayrağı gördü…
Eli ile kaldırılmasını işaret etti ve ekledi:
'Bir milletin istiklal alametidir, düşman da olsa hürmet etmek lazımdır… Kaldırıp topun üzerine koyunuz…'
Sonsöz: '30 Ağustos Zafer Bayramı kutlu olsun…'