Hayat Eve Sığar uygulamasındaki Covid-19 yolculuğum, 29 Eylül akşamı iyi hissedebilmenin tılsımını kaybetmiş çoğu birey gibi, az öksürük, burun tıkanıklığı, normal değerlerde seyreden ateş ve boğuk bir ses tonu ve kırmızı kısa kesik çizgide başladı.
Bu sefer, o çok sevdiğim kızıl renk üzerinde,
her 24 saatte bir,
sarıya doğru adım atan insan figürü
benim için usulca sağa doğru yol alırken,
kaygıyı yönetemediğimizde neye dönüşüyoruz diye sordum kendime.
Cevap basitti: Covid-19 bu sefer beni seçmişti ve ben fena halde bozulmuştum.
O an, Franz Kafka'nın parkta dolaşırken karşılaştığı, oyuncak bebeğini kaybetmiş küçük kızın çaresizliği anısını hatırladım. Kafka'nın avutamadığı küçük kızı teskin etmek için bebeğinin ağzından ona yazdığı mektuplar, kafamdaki monolog dönüşüm sürecimin tetikleyicisi oldu.
Bu süreçte, korku ve kaygımı yönetemezsem, hastalığın beni istediği şekilde dönüştürebileceği farkındalığıyla, duruma uyum sağlamayı öğrenmeliydim. Öncelikle inanmalıydım: Sürecimi konforlu kılacak sorumlulukları yerine getirecektim. Karantina kurallarına uymalı, kendimi ve çevremi korumalıydım.
Akıntıya kürek çekmenin sürece olumlu etkisi yoktu. Gücüm azdı ve Covid-19 sinsi ilerliyordu. İzole olmalı ve maçı en kısa yoldan döndürebilmeliydim.
İlk üç günde, çok dile getirmesem de, artık duyumsayamadığım parfüm, yemek ve bilumum kokuların gürültülü hissizliğiyle, hayatımın belli bir süre öznesi olmayı ıskaladığım bir ruh halinin altında kalakalmıştım.
Oysa ki ben, düzenli spor yapan, doğal beslenmeye ve uyku düzenine dikkat eden, negatif kişi, söylem ve ortamlardan jet hızıyla uzaklaşan biriydim.
Yine de, o an annemi yitirmiş gibi ağlamak istedim.
Önce koku duyumu, birkaç gün sonra tat duyumu yitirdim.
Koku benim için dünyayla bağ kurmanın ilk adımıydı ve kaybı Covid-19'un yaygın semptomları arasındaydı.
Bilimsel makaleleri tarayarak, hastalık sürecinde kaybolan duyularımı nasıl geri getirebileceğimi öğrenmeye çalışırken, kokladığım deterjanlardan zehirlenmemiş olmayı da şans olarak nitelendirdim. (Şaka bir yana, kokuyu yitirdiğinizde, aç olduğunuzu farketmeniz zaman alıyor. Ne yediğinizi de sadece yiyeceğin formundan dolayı biliyorsunuz.)
Ben diyeyim pusulası su almış bir gezgin gibi, siz deyin tarlası yanmış köylü gibi tatsız, tuzsuz ve şaşkın kalakalıyorsunuz.
Test için sıra beklerken, benzer sıkıntıların yaşandığına kulak misafiri oldum. Hemen kulak kabarttım.
Konuşulanlar, o yabancı ağızlarda dalga dalga büyüyerek, şehir efsanelerine dönüşüyordu.
'Üç ay ne yediğimi hiç bilemedim' diyordu tiz bir ses.
'Kazara yemeği ateşte unutsam, evde yangın çıksa koku almıyorum, o derece bir his kaybı' diyordu öteki.
Panikledim.
Çünkü aynı gün, koku almadığımın farkında olmayarak, pişen yemeğin altını açık unutup, yandığını gördüğümde anlamıştım.
Test sırasında beklerken, duyduklarım zihnimdeki dalgakırana çarpıyor, beni tümüyle sarsıyor ve ardından 'iki doz aşım var, mesafe ve hijyen kurallarını ihlal etmedim, riskli ortamlarda bulunmadım' diyerek kendimi rahatlatıyordum.
Sonuç: Demek ki yeterince koruyamamışım kendimi. Şafak doğan güneş!
Geçmişler olsun!
Koku, benim zihnimde yaşamsal öğrenmenin, gelişebilmenin ve eminliğin bilgeliğiyle özdeşleşmişken,
kendim ve başkalarıyla ilişki kurma,
yaşamı ve doğayı gelişim dahilinde duyumsayabilmenin de anahtarıydı.
Meğer duyularımız, bize ve yaşama dair her şeyin karakutusuymuş
ve içine hapsolduğum bu belirsizlikte, farkedemediğim bir şekilde yiterken, aynı zamanda büyük bir farkındalığın da kapısı açılıyormuş önümde.
Mış gibi yapan, bilmiş insan kalabalığı!
'Yok canım benimkisi soğuk algınlığı, kovid değilim.'
'Teste gerek yok, herhangi bir semptom yok.'
'Ben iyiyim, sapasağlamım, sadece öksürüyorum.'
'Abartıyorsun, çift maske takmak da nedir yani?'
'Çocuğum hasta değil, alerjik tetiklendi.'
'Biraz eklemlerim ağrıyor ama benim hep ağrır, telaşa lüzum yok' gibi, gibi...
Bunlar Oğuz abinin Tutunamayanlar'ını çok yanlış yorumlayan, Ben Bilirim Kurulu Meclisi Üyeleri. Her konuda fikir ve bilgi sahibi olmalarının yanı sıra, enfeksiyon hastalıkları konusunda on kaplan gücündeler ve çevresel saygınlıkları olduğuna inanıyorlar.
Bana cehaletin resmini yapabilir misin Abidin?
Al sana kötücül dönüşüm.
'Taşıyıcılık var' diyorsun, gülüyor,
Riski kabul edip, 'evet toplumsal sorumluluk bilinciyle hareket etmeli, test yaptırmalıyım' düşüncesini savunan insan sayısıyla, 'Gidip test yaptırırsam zorunlu karantinaya girerim' diye düşünen kişi sayısı, sonbahar sürecindeki enfeksiyonel sürecin tetiklenmesiyle ölümüne kapışır zannımca.
Aşı karşıtlarını saymıyorum bile. Bu davranışı, akıl tutulması olarak nitelendiren bir tek ben değilim ve salgını bu tip yaklaşımla değerlendirenleri bilimin şefkatli kollarına havale ediyorum. Zira karşıtlıkta ısrar, toplumsal sağlık sürecini bile isteye baltalamak demek ve kuvvetli bir düşünsel direnç. Salgın süreci bireysel inisiyatif unsurlarının hüküm sürdüğü bir dönem değildir. Sizi sarsmayan bir belirti ya da belirtisizlik, bir başkasında ölümcül olabilir. Bu tavır, cesaret kelimesiyle yan yana gelmemeli. (Bravo, dik ve asil duruş diyemiyorum, bu düşüncemden dolayı üzgün değilim.)
Dönelim mevzuya.
Covid 19 sürecinde yitirilen koku ve tat duyuları ne zaman geri geliyor?
Dünya Sağlık Örgütü'nün bilimsel çalışmalarına göre, enfeksiyon sebebiyle oluşan blokajın ortadan kalkmasını sabırla beklemek gerek.
Uzman yönlendirmesine göre tedavinin seyrini destekleyici yaklaşım önemli. (Demek ki ne yapıyormuşuz? Doktorculuk oynamanın bir çocukluk çağı süreci olduğunu hatırlayarak sözü uzmanlarına bırakıyormuşuz. Bu vesileyle, çok sevgili KBB Uzmanımız Haldun Şan'a da tüm Türkiye adına acil şifalar dileyelim ki çabucak iyileşsin. Tüm sağlık çalışanlarımızın kıymetli fedakarlıkları sayesinde umudumuzu yüksek tutabildiğimizi aklımızdan çıkarmayalım.)
Bilimsel açıdan, dışarıdan müdahale ile pek bir sonuç alınmayacağı aşikar. İyileşme sürecinin,
epitel dokudaki şiş ve sinir hücrelerine baskı unsurlarının ortadan kalkmasına bağlı olduğunu savunan görüşün sayısı oldukça fazla. Kısacası enfeksiyonun geçmesi gerekiyor. Uzmanlar, bu duyuları geri getirebilecek özel bir yöntem ya da ilaç da bulunmadığının da altını çiziyorlar. Standart bir süre olmadığını belirten uzmanlar, yaşa ve hastalığın seyrine bağlı olarak, yedi-on gün arasında büyük ölçüde iyileşme sağlanabileceğini de vurguluyorlar.
'Ay, hadi inşallah' diyor içimdeki ben.
Yeniden kızarmış ekmek kokusuna uyanmak,
sağlıkla yaşama kaldığım yerden devam edebilmek,
sevdiğim insanlara sarılıp, kokularını korkusuzca içime çekmenin o eşsiz duygusunu hissetmek gibi özlemlerim arttı bu süreçte. Çoktandır, ertelediğim ne varsa yaşamak için sabırsızlansam da karantina kurallarını çok ciddiye alıyorum. Ertelemek dedim de, Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'da yazdığı gibi; 'Kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım. Kötü yaşarım duygusuyla hiç yaşamadım.'
Her ne sebeple olursa olsun, bireysel ya da toplumsal süreci etkileyen durumlarda iç sesimizin tonu da önemliymiş, anladım.
Benim bu hastalıktan öğrendiğim en büyük ders şuydu: bizi dönüştürecek en önemli şeyin öz şefkatimiz olduğunu unuttuğumuzda, yaşamdan eksildiğimizi göremeyecek kadar körelen sadece duyularımız değil.
Özlemişim sizleri bir süredir yazmayınca. İyi geldi.
Unutmayalım; hastalıkta belirgin semptom göstermiyor olabiliriz fakat bu diğer insanları enfekte etmeyeceğimiz anlamına gelmez. Maske, mesafe, hijyen kurallarını unutmadan, en önemlisi salgına duyarsızlaşmadan sürece katkı sağlayabiliriz.
Yeniden 'Merhaba ben Covid-19 negatifim' demek umuduyla,
Huzur ve sağlıkla kalın.