Avrupa Türkiye’ye karşı samimi mi? (1)

Bilindiği üzere, Türkiye'nin elli yılı aşan bir Avrupa macerası var…

Kimilerine göre ekonomide ve hukukta Avrupa standartlarına ulaşamadığımızdan ötürü…

Kimilerine göreyse tamamen siyasi ve kültürel farklılığa dayalı tarihsel bir hesaplaşma nedeniyle hala kapı dışında bekletildiğimiz tuhaf bir macera bu.

Elli yılı aşan bu süreç, elbet çeşitli iniş çıkışlara sahne olsa da, ikili siyasi ilişkiler hiçbir dönemde böylesine samimiyet testine tabi tutulmadı.

Gerçekten ilginç…

Çünkü şunu baştan belirtmeli,

Müzakere masasına ruh katan, tarafları anlaşmaya vardıran temel şey 'ciddiyet' duygusudur.

Ciddiyetsizlik hali masada ya karşılıklı idareye ya da anlaşmazlığa dönüşür.

Bu iki neticenin yokluğunda derhal 'samimiyet testi' başlar.

Bu bakımdan Türkiye-AB arasında imzalanan 'Mülteci geri kabul anlaşması' karşılıklı idare etme durumunun tipik bir örneğini oluşturmaktadır.

Yeni bir mülteci akınından korkan Avrupa ve bunu önlemeyi taahhüt eden, ancak maddi bir karşılık bekleyen Türkiye'nin çıkarları, söz konusu bu anlaşmayla aynı düzlemde kesişmiş olsa da, bu anlaşmanın 'ahlaki geçerliliği' hala sorgulanıyor.

Bu kısmı şimdilik bir kenara bırakalım.

Ancak biraz da anlaşmazlıklardan bahsetmekte fayda var.

2000'Lİ YILLAR…

İktidara geldiği 2002'den, 2000'li yılların sonuna kadar…

Avrupa Birliği'ne üye olmayı temel hedefleyen AK Parti'deki ani tutum değişikliği ve kırılma noktasının 'Gezi Parkı' gösterileri ile başladığını belirtmek çok da yanlış olmaz.

Nitekim gösterilerin büyümesini 'dış güçler' ve 'faiz lobisi' ile ilişkilendiren AK Parti hükümeti, o dönemde Avrupa'dan umduğu desteği pek bulamadı.

Avrupa Birliği hatırlanacağı üzere o dönemde, insan hakları, medya ve özgürlükler konusundaki eleştirilerin dozunu arttırırken…

AK Parti o dönemde Arap baharının etkisiyle geleneksel Türk dış politikasının yönünü çoktan değiştirmiş ve 'Neo Osmanlıcılık' projesini devreye sokmuştu.

Dış politikada yaşanan bu parametre değişimine Avrupa'nın gösterdiği reaksiyon, 15 Temmuz darbe girişimiyle başka bir boyuta taşındı ve ikili ilişkiler bakımından yeni bir kırılma noktası oluştu.

15 TEMMUZ VE SONRASI…

'Türkiye'de darbeler dönemi kapanmıştır' söyleminin yerle bir olduğu 15 Temmuz gecesinin sadece iç siyasette değil, dış siyasette de önemli sonuçları oldu.

Hükümet, darbe girişimi sonrasında ABD başta olmak üzere çeşitli ülkeleri 'sessiz kalarak bekle ve gör politikası' izlemekle suçlarken, AB de bu eleştirilerden ağır şekilde nasibini aldı.

Türkiye o aydan itibaren artık OHAL rejimine girerken…

Mevcut terörle mücadele kanunu başta olmak üzere FETÖ bağlantılı tutuklamalar, uzun gözaltı süreleri ve meslekten ihraç kararları AB kanadından Türkiye'ye karşı sert eleştiri dalgasını beraberinde getirdi.

İkili ilişkilerde yaşanan bu gerilim Nisan 2017 Anayasa Değişikliği Referandumu öncesinde ise zirveye ulaştı.

O dönemde Erdoğan'ın evet oyunu anlatmak için Hollanda ve Almanya'da miting yapma talebinin reddedilmesi…

Akabinde bu ülkede yaşayan Türklerin tansiyonunu yükseltirken…

Erdoğan'ın bu ülkelere yönelik 'Nazi Kalıntıları' betimlemesiyle tansiyonu iyice yükselttiği bu ortam karşısında Avrupa Parlamentosu'ndaki bazı milletvekilleri Türkiye'nin üyelik başvurusunun askıya alınmasını yüksek bir sesle ifade etti ve çağrıda bulundu.

Her ne kadar Avrupa Komisyonu ve AB Konseyi, parlamentodan gelen bu çağrıları ciddiye almasa da…

Türkiye'de Avrupa vatandaşlarının ve özellikle Alman Die Welt gazetesi muhabiri Deniz Yücel'in tutuklanması, AB'yle yaşanan krizi sadece çok boyutlu hale getirmekle kalmadı; AB'nin Türkiye'nin üyelik talebine olan bakışını da kökten değiştirdi.

SAMİMİYET TESTİ VE MEŞHUR VİZE SERBESTİSİ MESELESİ…

Yukarıda anlatmaya çalıştığım anlaşmazlıklar neticesinde bugün ortaya çıkan manzara şudur:

AB, Türkiye ile üyelik müzakerelerini yapmaktan imtina etmektedir.

Bir başka deyişle, Türkiye'nin de bir yönüyle onayladığı müzakere süreci dondurulmuş ve Türkiye'nin AB üyeliği ihtimali belirsizliğe doğru çoktan meyil almıştır.

Müzakere ciddiyetinin kaybedildiği bu ortamda, AB ülkeleri, Türkiye'yi artık 'aday ülke' olarak değil ikili ilişkilere dayalı 'stratejik ortak' olarak görmektedir.

Çiçeği burnunda Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Ocak 2018'te durumu '…AB ile ilişkiler bakımından, son gelişmeler ve seçenekler [Türkiye ile] herhangi bir ilerlemeyi mümkün kılmıyor' diyerek açıkça ifade etmiştir.

Ancak Türkiye ile kapıları tamamen kapatmak istemeyen Avrupa; sadece Türkiye için, geçtiğimiz ay Bulgaristan Varna kentinde AB Komisyonu başkanı Jean-Claude Juncker ve AB Konseyi başkanı Donald Tusk'ın katıldığı özel bir zirve düzenledi.

Gümrük Birliği anlaşmasının güncellenmesi ve Türk vatandaşları için vize serbestisi konularının konuşulduğu bu zirvede de net sonuç alınamamıştır.

Bir başka deyişle; önce karşılıklı idare, ardından anlaşmazlıktan samimiyet testine dönen ikili ilişkileri bir sonraki yazımda değerlendireceğimi söyleyerek Donald Tusk'ın Varna Zirvesi'ndeki sözleriyle bitireyim:

'…Bugün [Türkiye ile] hiçbir somut uzlaşı sağlayamadık… Ancak tüm endişelerimi [liste halinde] dile getirdim… Hukukun üstünlüğü ve özgür basın, üye devletlerle ikili ilişkiler ve Suriye'deki mevcut durumu içeren uzun bir liste… Ancak bu konularda bir ilerleme söz konusu olduğu takdirde AB-Türkiye ilişkilerinin [üyelik temelinde] ilerlemesi mümkündür… O nedenle ikili diyaloğumuzu farklı şartlarda devam ettirmemiz konusunda hemfikir olduk.