Kocaman bakışlı, dev başlı hayaletlerin çekip gittiği terkedilmişlikler; rüya gördüğünü sandığın, tam da gerçekliğin kendisidir aslında. Aynanın karşısındaki senle, seni taklid eden bölümlere ayrılmış romanlar gibidir, geride bıraktıkların. Bu yüzden, hatırlasan da hatırlamak istemediğin geçmişi, hatırlamamak en iyisidir. Bilseydin, geleceği de sevmeyeceksin ki! Anda yaşamak mıdır doğru olan? Geçmiş ve gelecekten kopuk bir an var mıdır ki? Hangi an daha kıymetlidir mesala, öfkesi dinmeyen anlar da, yaşantılarımıza küstahça hükmettiğine göre, bu soruyu sormak daha anlamlı geliyor sanki. Sinsice sığındığımız anlara ne demeli! Mutsuz fırtınaların ortasında, tebessümle, zihnimizden kayıp gitmesine ses etmediğimiz... Tadını çıkardığımız, aşkın içimize işleyen ilk öpüşlerinin...
Yankı yankı, iç seslerine gömülmeyi becerebilenler; işte anın kahramanları onlar... Saygı duyarız böylelerine. An yaşanmaz da bilincin bir yerlerine hapsolunur sanki! Bilerek ve isteyerek, saklı bir hazineye kitler gibi, istendiği an, çıkarılıp tekrarlanmak üzere. İradesine hakim olanlar, önce kendi istençlerinin arzularına kulak verirler. Kalp atışları ve nefes alışlarının ritmi, arzu ve hırslarının ritmiyle doğru orantılıdır. Bu nedenle, andan taviz vermelerine ya da anı israf etmelerine olanak yoktur. 'Bir an için dahi hayatı kaçırmamak için' değil 'Hayatı her an avucunun içinde tutmak için' yaşarlar. Ana karşı gösterilen, böylesi bir filozofça yaklaşıma, şapka çıkartılmaz da ne yapılır!
Ansızın gelen anlar, çoğu zaman süpriz değil, hep beklenen, gelmesi gecikmiş anlardır. Bıkkınlığın getirdiği bir şaşkınlık, sanki hiç gelmeyecekmiş gibi gelen anı, birden kıymetli kılar. 'Birden aşık olduğunuzu' sanırsınız. Oysa ömür boyu hep bu anı beklemişsinizdir... 'Aniden gülmeye başladığınızı' anlatırsınız arkadaşlarınıza. Uzun süredir gülmeyi özlemişsinizdir muhtemelen... Ansızın başlayan anlar yoktur nitekim. Anların da bir geçmişi vardır, geleceği olduğu gibi. 'O anda öyle hissettim, ama artık öyle hissetmem mümkün değil' dersiniz bazen. Bakın, anı nasıl da geleceğe endeksliyorsunuz. Oysa, geçmiş, şimdiki an, gelecek dediğimiz bir zaman dilimi yok. Bu sınıflandırmaları yapan biziz. Ya da anı, geçmiş ve gelecekten soyutlamak, sadece farazi bir düşünme yöntemidir demek de mümkün. Öyleyse, an; geçmiş ve gelecek arasında bir köprüdür diyebilir miyiz? Yani, an tek başına yoktur ve yaşanmaz diye bir çıkarımda bulunabilir miyiz? Böyle yapınca, ana haksızlık yapmış sayılır mıyız? Bu soruya cevap verirken, 'Sensiz bir an bile yaşayamam' diyenleri düşünelim. Böyle bir cümle kuranlar, anı geleceğe endeksleyerek, anı küçümsemiş olmuyorlar mı? Bir insanın, bir şeyin yokluğunu hissedip, acı çekmeye başladığını hissettiği ana kadar geçen anlar ne olacak? Yok mu sayılacak?
Anı, bir şeyin anlamlı bir şekilde başlayıp, yaşanıp, bittiği minicik bir zaman dilimi varsaymak gafletine düşenler, çokca yanılırlar. Çünkü tek başına yaşanan anlar yoktur. Anlar, geçmişin geride kalmadan, geleceğe katıldığı, kesintisiz geçişlerdir. Dolayısıyla geçmiş ve gelecek iç içedir. Ne geçmiş belli bir anda kesintiye uğrar ve biter. Ne de gelecek, tamamen geride bırakılmış bir geçmişten sonra başlar. Geçmiş ve gelecek, hareketin, farklı yönlere evrilen, deviniminin sürekliliğidir. An ise bu devinimin, gözlemleyebildiğimiz ve deneyimleyebildiğimiz boyutudur...
Anı yaşıyoruz, evet. Geçmiş ve geleceğin iç içeliğiyle. Kendimizi ve evreni biteviye keşfederek. Yaşam döngüsünü ilmek ilmek örüyoruz. Anda kalarak değil ama! Anın akışına kapılarak... Her an, yeni umutlar besleyerek... Her an, ışık zerreciklerine gülümseyerek... Her an, iman tazeleyerek... Her an, mutlu yaşama iradesiyle teneffüs ederek... Başka türlü yaşamak mümkün değil ki zaten...