Orhan Veli'nin 'İstanbul Türküsü' adlı şiirini bilir misiniz? Elbette bilirsiniz!
'İstanbul'da Boğaziçi'ndeyim,
Bir fakir Orhan Veli'yim;
Veli'nin oğluyum,
Tarifsiz kederler içinde.
Urumelihisarı'na oturmuşum;
Oturmuş da bir türkü tutturmuşum'
dizelerini, kimbilir kaç kişi diline pelesenk etmiştir...
Umutsuzluğa ve çaresizliğe düşüp de dünyayı umursamaz haldeki bıkkınlığını, şair ne güzel tasvir etmiş. Hem tarifsiz kederler içinde olmak, hem de bu kederler yokmuşcasına, Boğaziçi Rumelihisarı'nda oturup bir türkü tutturmak...
Afganistan Kabil Havalimanında, yurtdışına kaçmak için günlerce lağım sularının içinde, aç susuz bekleyen bebelerin, kadınların, yaşlı ve sakatların, NATO askerlerinin dibinde bekleyen perişan görüntüleri, haber ekranlarına düştükçe, 'İstanbul Türküsü'nü' fısıldıyorum.
Şiirin dizelerini, kendi gerçekliğime uyarlayarak mırıldanırken; içine düştüğüm ironik durumdan ve insanlığımdan utanmalı mıyım, kahır mı duymalıyım, yoksa tıpkı şairin tarif ettiği gibi, depresyona girip umarsız bir çaresizlikle, türkü mü tutturmalıyım, bilemiyorum...
'Amerika'nın bir orta eyaletindeyim,
Fakir sayılmaz, Neşe adında biriyim,;
Ali'nin kızıyım,
Tarifsiz kederler içinde.
Televizyonun karşısına oturmuşum;
Oturmuş da bir hıçkırık tutturmuşum.'
İnsanlığın içinde bulunduğu ahmaklık hali; bu olmalı!
Dünyada yaşanan sorunlara işbirliği ve dayanışma içinde karşı durmak; bilimde ilerleme sağlayacak çalışmalara ortak katkı sunmak; evrenin ve bilinmezlerin sırrını araştırmak yerine; birbirlerini boğazlayan ve doğadaki diğer canlıları da yok etmeye çalışan tuhaf yaratıklar olmayı tercih etmek... Ya da oturup televizyon karşısında, bu yaratıkların zulmüne uğrayanları, eli kolu bağlı, hıçkırarak seyretme çaresizliğine düşmek...