Artık yol görünmüştü:
Anadolu…
Anadolu'dan başka kurtuluş yoktu.
Sözde görevi, 9. Ordu Müfettişliğiydi…
Ancak, heyhat!
Onun kafasında, Osmanlı Devleti'nin artık bu koşullarda ayakta kalamayacağına olan inanç çoktan oluşmuştu. İstanbulda kaldığı günlerde yakın silah arkadaşlarından kimlerle görüşmemişti ki! İstanbul'da artık hiçbir şey yapılamayacağını düşünüyordu.
16 Mayıs günü geldiğinde, artık onu maiyetiyle birlikte Samsun'a götürecek Bandırma adlı gemi hazırdı.
Son anda arkadaşlarından Rauf Bey'den bir haber gelmişti: Rauf Bey (Orbay), İngilizler'in Bandırma Vapuru'nu Karadeniz'de batıracakları haberini aldığını söylüyordu.
Bu nedenle ihtiyatlı olmalıydı.
Gemi'ye iskelede binmedi. Gemi, Kızkulesi açıklarına geldiğinde; bir motorla gemiye doğru hareket etmiş ve burada binmişti.
Şimdi; gelecekte ne getireceği bilinmeyen bir yolculuk başlıyordu…
16 Mayıs günü; O Samsun'a hareket etmişti ama; yüreğinde İzmir'de yaşananların derin acıları vardı.
Her yurtsever, İzmir'in 'Karagünü'nde koyun boğazlanır gibi boğazlanan masum insanların acılarını içinde duyuyordu.
Ve elbette, Mustafa Kemal Paşa da…
Arkadaşlarıyla, daha Suriye cephesinden İstanbul'a hareket ettiği günlerde yaptığı değerlendirmeler gerçekleşiyordu. Örneğin, Ali Fuat Paşa'yı, Şişli'deki evinde hasta halinde karşıladığında; elinden tutup, kaldığı odaya götürmüş; kendisi yatağına üzerinde yatak giysileriyle bağdaş kurup oturmuştu.
Sonra da karşısındaki koltuğa yerleşen Ali Fuat Paşa'ya; İngilizler'in durmayacaklarını ve imzalanan ateşkes koşulları uyarınca, her fırsatı değerlendireceklerini anlatmıştı.
İki eski arkadaş, bu saptamada karşılıklı olarak mutabık kalmışlardı.
Ya şimdi?
İşte o yurtseverler, bir bir Anadolu'ya geçiyorlardı… Kazım Karabekir Paşa Erzurum'da, Ali Fuat Paşa (Cebesoy), Ankara'daydı.
Kendisi de işte Refet Bey'i (Bele) de yanına alıp, Samsun'a gidiyordu.
Ve kimler yoktu ki o vapurda?
Dr. İbrahim Tali (Öngören) Bey, Miralay Kazım Bey (Dirik), Dr. Refik Bey (Saydam) ve daha nice kişiler…
Hepsi, aynı kaderin yolcularıydı.
Gemi hareket edip, sessizce Karadeniz'e açılan boğazdan çıktığında; İngiliz askerlerinin denetimlerinden geçmişlerdi.
Kendi yurdunda, bir başka ülkenin kontrolü ha?
Hem de dönemin en gözde subaylarına?
Tek tek, ellerindeki görev belgelerine bakıldığında, yenilginin acı yüzüyle bir kez daha karşılaşmışlardı.
Karadeniz fırtınalıydı.
Pusulası bozuktu.
Üstelik, Rauf Bey'in dediği doğruysa, İngilizler kendilerini izleyecek ve denizin ortasında batıracaklardı…
Geminin kaptanı İsmail Hakkı Bey (Durusu) deneyimli bir kaptandı.
Ancak geminin pusulası bozuktu.
Hem İngiliz tehlikesi hem de pusulanın bozuk oluşu nedeniyle kıyıya yakın bir seyir izlemek gerekiyordu.
Derken gece; ardından 17 Mayıs; ve yeniden gece; ve 18 Mayıs…
Ve hep tehlike…
Hep her an saldırıya uğrama kaygısı…
O gün Sinop İskelesi'ne ulaşıldı.
Acaba Sinop'tan Samsun'a kara yoluyla gidilebilir miydi?
Bu konu araştırıldı:
Ancak hayır…
Bir yandan yolların bozukluğu, öte yandan bölgede Pontus Rumları'nın yarattığı tehlike, bu yolculuğun hiç de güvenli olduğunu göstermiyordu.
Bu nedenle; Sinop İskelesi'nde bir süre oyalanan gemi, akşamüzeri yeniden hareket etti.
Gece gündüze dönerken...
9 Mayıs Pazartesi günü'nün ilk saatleri…
Karadeniz, gece boyu süren bir fırtınanın son çırpıntılarıyla dalgalarını kıyılara vuruyordu.
Ve gemi yavaş yavaş Tütüncü İskelesi'ne yöneldi…
Ancak, kıyıya kadar yanaşma olanağı yoktu.
Tahta bir iskele; dip derinliğinin sığlığı; geminin kıyıya tam olarak yanaşmasına engeldi.
Bandırma Gemisi, iskelenin uygun biçimde açığına demirledi.
Ve kıyıdan, Havuzlu İsmail'in kullandığı sandalla; konuklarını karşılamak üzere, Kurmay Binbaşı Mahmut Ekrem Bey, gemiye kadar gitmiş, güvertede Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını karşılamıştı.
Askerce bir selam verdikten sonra;
-'Hoşgeldiniz Paşam!' diyerek, Bandırma yolcusunu karşılamıştı.
Sonra kıyıya başka sandallar yanaştı.
Yolcular sandallara bindiler.
Mustafa Kemal' Paşa'yı kayığıyla kıyıya taşıyan kişi, Karakaş Mustafa adlı bir kayıkçıydı…
Yanaştıkları iskele, Tütüncü İskelesi olarak biliniyordu. Bu iskele; Fransızlar tarafından, Reji İdaresi için yapılmıştı.
İskelenin başladığı noktada, Samsun Mutasarrıfı İbrahim Ethem Bey, rahatsız olduğunu söyleyerek, Kaymakamlık Muhasebe Müdürü Oman Bey'e karşılaması ve konukla ilgilenmesi ricasında bulunmuştu…
Paşa'nın Samsun'a geleceği haber alındığında, kalacak yer olarak Samsunlu bir Levanten olan Jean İonnis Mantika'ya ait olan 'Mıntıka Palas' ayrılmıştı.
İki katlı taş bir bina olan yapıya Mustafa Kemal Paşa ile gelenlerin tamamının yerleşmesi olanaklı değildi.
Kurulun bir kısmı Karadeniz Oteli'ne yerleştirildiler.
Samsun; önemli bir konuğa; ulusu bağımsızlık ve özgürlük yoluna götürecek tarihin en önemli lider ve komutanlarından birine altı gün boyunca ev sahipliği yaptı.
O tarihlerde Samsun'da 200 kişilik bir İngiliz taburu bulunuyordu. İngilizler'in, kimi tedirginlikler yaşadıkları her yönden anlaşılıyordu.
Bu süre içinde Mustafa Kemal Paşa, çevredeki yerel yönetici ve komutanlarla iletişim kurdu. Kimi telgraflar yazdı ve aldığı yanıtlara göre; çevredeki güvenlik durumunu, özellikle çeteler ve bu çetelere karşı örgütlenmiş yurtseverlerin kurdukları müdafaa-i hukuk grupları hakkında bilgiler topladı.
Mıntıka Palas denize son derece yakın bir yerdeydi.
Bir süre sonra Paşa, buranın yeterince güvenli olmadığının ayırdına vardı.
İşte, İngiliz taburu bir adım, bir nefes ötededir.
Her an Samsun İngiliz donanması tarafından topa tutulabilir ve büyük bir güvenlik sorunu çıkabilir…
Bu nedenle bir süre sonra Mustafa Kemal Paşa Samsun'dan ayrılmaya karar verdi.
Havzaya, oradan da Amasya'ya doğru gidecekti.
Bir kutlu yolculuk başlıyodu şimdi.
Bu yürüyüş kabaracak, koca bir çağlayan gibi ulusal şahlanışa dönüşecekti.
Ulusla temas etmek gerekiyordu.
Her şey ulusta değil miydi zaten?
Samsun'u Avdan, Kethüdağ (Gürgendağ) ve sonra da Mahmurdağ'a, oradan da Çakallı, Kavak ve Havza'ya doğru bağlayacak yol üzerinde otomobilleriyle ilerlemeye başladılar. Bir süre Kethüdağ yakınlarında oyalandılar. Artık Mahmurdağı'na doğru uzanan bir düzlük üzerindeydiler. Denizden uzaklaşıp, yükseklere çıktıkça ve Karadeniz'in yemyeşil doğasıyla karşı karşıya kaldıkça neşelendiler.
Bu canım yurt toprağı, üzerinde olan her şeyle ne kadar güzeldi!
Bu mübarek yurt ana nasıl emperyalistlerin kirli ayaklarına terk edilebilirdi?
Şimdi, Havza'ya doğru o kutsal yolcular yolculuklarına devam ederlerken hep birlikte şu marşı söylüyorlardı:
Dağ başını duman almış;
Gümüş dere durmaz akar,
Güneş ufuktan şimdi doğar,
Yürüyelim arkadaşlar…
Sesimizi yer gök dinlesin,
Ses adımlarla her yer inlesin