Kışı geride bıraktık; dolayısıyla grip/nezleyi de nispeten. Ama her nedense 'kanser'i yanı başımızda taşıyoruz hep birlikte. Ne kış dinliyor meret, ne bahar, ne yaz. Yaşa başa bakmadığı, üstelik genç bedenlerde daha hızlı ve arsızca ilerlediği de bilenen gerçek.

Ne zaman bir cenaze avlusunda buluşsak eşle dostla, her birimizin ağzından 'falanca da kanser, filanca da bugün yarın sizlere ömür' mırıldanmaları dökülüyor.
Herkes endişeli, herkes tedirgin.
Çocuğu olanlar ise, 'anne' olmakla 'paranoyak anne' olmak arasında gezintideler.
Zira, kanserin nedenleri hakkında ortaya atılan pek çok teoriden (genetik, sigara, stres v.s) en fenası/kaçınılmaz olanı, bu melun hastalığın yediklerimiz/içtiklerimizle doğrudan ilgisi olması.
Anneler paranoyak olmasın da ne olsun? Düşünsenize, çocuğunuza 'şarttır' diye süt içiriyorsunuz, yoğurt yediriyorsunuz, yumurtayı bitirmesi için bin türlü numara çekiyorsunuz, et yesin diye olmadık türlü çeşit yemekler icat ediyorsunuz. 'Çok şükür yedi' diye oh çekecekken, bir de bakıyorsunuz ki, yedirmek için taklalar attığınız gıdalarda yok, yok!
Sizin 'şifa olsun' diye yavrunuz ağzına uzattığınız kaşığın içinde bin türlü ilaç, on türlü zehir, ne idüğü belirsiz bir ton madde var.
Dün akşam, Ege TV'de Söz Meclisten İçeri'de gazeteci arkadaşlarım Nedim Atilla ve Ümit Yaldız'la birlikte ele aldığımız bu konuya, sayısız izleyici maili/telefonu gelmesinin nedeni de bu. Gerçekte ne yediğimizden habersiz olmak ve bunun yarattığı endişe, ben/biz kanser olur muyuz korkusu…
Programda da söyledim. Gıda konusu saatlerce konuşulup tartışılacak/yazılacak bir konu ama bir yerinden başlarsak, mesela Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı'na bakarsak… Durum vahim.
'Yerli ürünlerimizin/tohumlarımızın yok olma noktasına gelindiği, ithalatın doruğuna çıkıldığı, tarımın canına ot tıkandığı yetmiyormuş gibi; Bakanlık, 2011 başından beri genetiği değiştirilmiş önce üç soya, ardından da 13 mısır yeminin ithalatına onay verdi. Şu anda karar için bekleyen dokuz adet daha yem amaçlı GDO'lu mısır, Biyogüvenlik Kurulu'nun masasında duruyor. GDO'lu yemlerle beslenen hayvanlardan elde edilen et, süt, yumurta, peynir gibi temel gıdalar, kontrolümüz dışında sofralarımıza geliyor.'(*)
Üstelik GDO'lu yemle beslenmiş hayvanlardan elde edilen ürünlerde etiket bulundurulması zorunluluğu da yok.
Yani 'ben paramı verir, en sağlıklısını yerim arkadaş' deme gibi bir tercih hakkınız/şansınız da yok.
Dahası, sırada GDO'lu mısır, soya ve patates gibi genetiği değiştirilmiş gıda başvuruları var ve hepsi tabağımıza gelmek için onay bekliyor.
Tıp doktorları, özellikle de ilaç tekellerince 'sıra dışı çıkışları' nedeniyle şimşekleri sık sık üzerine çeken Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta'nın da dediği gibi, ilaç almak için yakında eczaneye değil, markete gitmemiz gerekecek bir de.
'Mesela, antibiyotik iğnesi olacağımıza hindi bifteği, depresyon için Prozac yutacağımıza tavuk göğsü veya burnumuz aktığı için antihistaminik alacağımıza tavuk şiş yiyerek' ilaç ihtiyacımızı karşılamış olacağız.
Hayır gülmeyin.
Amerika'da biri John Hopkins, diğeri Arizona Üniversiteleri tarafından yapılan iki ayrı araştırmaya göre; fabrika tavukları kafein, antibiyotik, antihistaminik, antidepresan ve hatta arsenikle besleniyorlar' diye yazdığı yazısında Küçükusta;
Antibiyotiklerin (yasak olmasına rağmen) tavuklara enfeksiyon tedavisi için değil, daha çabuk büyümeleri;
Antisihtaminik'lerin ve antidepresanların, Prozac'lı yemlerin ise tavukların streslerini giderip daha çabuk büyümeleri ve etlerinin yumuşacık olması,
Kafeinin de hayvancıkların uyanık kalıp böylece beslenmek için daha uzun zamana sahip olmaları, Türkçesi kısa sürede serpilip çabucak kesilebilmeleri için verildiğini anlatıyor; iki araştırmaya dayanarak elbet.
Yiyeceklerden alınan antibiyotikler yüzünden antibiyotiğe dirençli yeni mikroplar oluştuğunu, bu mikroplar yüzünden 'Amerika'da ölenlerin sayısının AIDS'ten ölenlerin sayısından bile daha fazla' olduğunu da eklemiş Prof. Küçükusta, insana okurken her satırında 'eyvah eyvah' dedirten yazısında.
Söz Meclisten İçeri'de mail/telefon yağmuruna tutulan konuda, söz döndü dolaştı, elbet 'ne yapacağız peki'ye geldi.
Programda da söylediğim gibi; kendi adıma, iki yol izliyorum.
Birincisi, arkadaşlarla oluşturduğumuz mail zinciriyle 'nerede hangi doğal gıda' olduğu konusunda birbirimizi haberdar etmek..
Katkılı hazır gıdalardan uzak durmaya çalışıyorum. Hazır bir şeyler alıp onu mikrodalgada iki saniyede pişirip çoluk çocuğun önüne koymak kulağa her ne kadar hoş gelse de, yapmıyorum. Önlüğü takıp mutfağa giriyorum ve (ne yazık ki) saatlerimi sağlıklı/geleneksel yöntemlerle yemek pişirmeye harcıyorum. Hazır çorba değil, tarhana, şehriye, mercimek kaynatıyorum. Bulyonları eve sokmuyorum. Margarini ağzıma sürmüyor, hala annemin yağını (zeytinyağı ve köy tereyağını) kullanıyorum. Pazar pazar dolaşıp ot/sebze seçiyorum. Etimi bildik kasaptan, yoğurdumu/sütümü/peynirimi marketten değil, bildiğim/güvendiğim mandradan alıyorum. Tatlıyı ya kendim yapıyorum, ya da mısır şurubu kullanılmadığından emin olduğun yerleri arayıp buluyorum. (Ve liste uzayıp gidiyor)
İkincisi de… Bu tür konuları sabırla/inatla takip eden Greenpeace'i adım adım izliyorum, önerilerini ciddiye alıyor, sivil yurttaş kimliğimle aktivitelerine en azından imzamla katılıyorum.
Ama şunu da biliyorum ki yetmez.
Çünkü çalışıyoruz, okula/işe gidiyoruz/seyahat ediyoruz, yani dışarıda da yiyip içiyoruz. 'Kendi bacağınızdan asılmak', isteseniz bile mümkün değil.
O yüzden gıda güvenliğinin bir devlet projesi olması gerektiğinin bilincindeyim.
Bu yazının da, dün akşam Ege Tv'deki konuşmalarımızın nedeni de bu.
Aydınlığa/güvenliğe çıkmanın yolu, 'ben'den değil, 'biz'den geçiyor; neredeyse 'her konuda' olduğu gibi.
Ve benim de elimden gelen bu.
Ya sizin?
(*Kaynak: Greenpeace Akdeniz, www.yemezler.org)